NOEL BABA




Televizyonun ekranından gözünü bir saniye bile ayırmayan adamın adı Nazif. Uzun, zayıf bir adam. Kıvır kıvır saçları, mavi mavi bakan gözleri var. Gözlerinin altında iyice belirginleşmiş göz torbaları. Henüz yirmili yaşlarda olmasına rağmen hayata yorgun bakan bir adam Nazif. Bir hafta önce işinden çıkarılmış. Büyük bir firmanın şehrin ortasına kondurmaya çalıştığı sitenin şantiyesinde bekçi olarak çalışıyormuş .“Kriz var” diyerek işine son vermişler, eline de bir miktar para. “Bu da tazminatın” deyip göstermişler kapının yolunu.

Nazif’in göbeğinin üstünde kocaman bir meyve tabağı. Tabağın içinde ne ararsan var: Elma, armut, mandalina, portakal hatta bir iki tane kivi. Neredeyse aldığı tüm tazminatı meyveye yatırmış Nazif. Bugün özel bir gün olmalı onun için. Yoksa bu mahalleye bu kadar çeşit meyvenin aynı anda girmesi çöle kar yağması gibi bir şey. Nazif’in gözü hâlâ televizyonda. Meyveleri birer ikişer mideye indirirken hiç bakmıyor tabağa. Ne izliyor peki bu adam? Yüzlerinde peçeleri, üstlerinde dansöz kıyafetleriyle bir o yana bir bu yana kıvıran üç tane kadın var ekranda. Oynak bir havada, kadınların vücutlarını titretmesiyle mest oluyor Nazif. Tüm yorgunluğunu soyunup atıyor sanki bir kenara. Bu anın büyüsü bozulmasın diye de bir saniye ayırmıyor gözlerini televizyondan. “Bir Nesrin Topkapı bir de siz be!..” diye bağırıyor televizyona karşı. Bir anda ekran kararıyor. Etraf kararıyor. Nazif ne olduğunu anlayamıyor o an. Sonra bir küfür sallıyor :

“Hay ben senin gibi elektriğin…”

Göbeğinin üzerindeki meyve tabağını bırakıyor yanındaki sehpanın üzerine. Yavaş ve temkinli adımlarla mutfağa doğru ilerliyor. Elleriyle duvarı buluyor. Sonra kapıya varıyor ve kapı kolunu indirip giriyor mutfağa. “Bu mumları nereye koydum ki?” diye diye buluyor sonunda bir tane mum. Çay tabaklarının olduğu çekmeceyi buluyor karanlıkta bir de. Cebinden kibriti çıkarıyor ve yakıyor mumu. Birkaç damla mum çay tabağının içine damlıyor ve tutturuyor mumu tabağa. Az da olsa aydınlanıyor etrafı. Alıyor eline çay tabağını ve bir damla ışığı ile çıkıyor balkona. Hava soğuk. Nasıl olmasın, kış geldi artık! Sigarasını çıkarıyor cebinden. Yakıyor sigarayı ve derin bir nefes alıp bırakıyor dumanı hem karanlığa hem soğuğa.

Nazif sevmez karanlığı. Dahası korkar karanlıktan. Küçükken her elektrik kesintisinde -o zamanlar sık sık kesilirmiş elektrikler- ablası perili, hayaletli hikâyeler anlatırmış. Öyle bir anlatırmış ki, Nazif ve ablasını dinleyen diğer kardeşleri hayaletin, perinin birazdan çıkıp yanlarına geleceğini, onları alıp götüreceğini sanırlarmış. Birbirlerine sarılarak, korka korka ama merak da ederek dinlerlermiş bütün hikâyeleri. Sonra uyuyup da rüyaya varınca tüm hayaletlerden kaçarlar, tüm perilerden saklanırlarmış. İşte ne oluyormuşsa o uyku anlarında oluyormuş. Nazif rüyasına giren hayaletlerin korkusundan altını ıslatıyormuş. Sabah kalktığında ablası, kardeşleri dalga geçiyorlarmış Nazif’le. O da ağlaya ağlaya annesinin yanına gidiyormuş. Annesi çocuğunun hâlâ altını ıslatmasına üzülüyor, bir yandan da “ne yapsak da şu çocuğu bu beladan kurtarsak” diye kara kara düşünüyormuş. Annenin hayaletlerden, perilerden haberi yok tabi. Ablanın korkusundan Nazif de hiçbir şey söyleyemiyormuş. Anne düşünceli, Nazif sus pus gidiyorlarmış banyoya. Annesi Nazif’i büyük bir leğen içinde güzel güzel yıkıyormuş. O kırmızı büyük leğen, Nazif’in utancından yerin dibine girdiği bir koca delikmiş sanki. Hâlâ hisseder o anların ezikliğini Nazif her karanlıkta kaldığında.

Nazif istemez karanlığı. Nasıl istesin? Annesini karanlık bir gecede, zor bir doğum esnasında kaybetti. Babası, bu ölümün acısına dayanamadı ve bir karanlık gecede kalp krizi geçirip yumdu gözlerini hayata. Çocuk yuvası denilen, evlerine hiç benzemeyen o soğuk yere yine bir karanlık zamanda gitti Nazif.

Nazif karanlığı sevmez. Nasıl sevsin? Her karanlık gecede önce hayaletler, periler gelir, altını ıslatmış bu çocukla dalga geçerler. Nazif ezildikçe ezilir, utanır, korkar. Hayaletlerin elinden kurtulmak için annesiyle babasının yanına doğru kaçar. Tek sığınağına varana kadar gözleri yarı açık yarı kapalı koşar. Nefes nefese kalmış halde annesiyle babasının odasına girdiğinde boş bir yatak bulur sadece. Sonra hayaletlerin kahkahaları arasında annesiyle babasının ölüm anları gelir gözlerinin önüne. Nazif ağladıkça ağlar. Bir ışık bulana kadar ağlar.

***

Nazif sigarasından bir nefes daha çekti. Gözlerindeki yaşları sildi. “Bugün ağlamayacağım” dedi, “Bugün benim için güzel bir gün.”

Kar ince ince yağıyor. Nazif elini uzatıyor kar tanelerine. Eli ıslandıkça mutlu oluyor. Sanki nefes nefese kalmış halde annesiyle babasının odasına varıyor ve aralarına girip öpüyor ikisini de yanaklarından. “İyi ki geldiniz anne, baba”

Mum televizyondaki dansözler gibi bir o yana bir bu yana sallanıyor. Nazif sokağın başında bir karartı görüyor. Dikkatlice bakıyor karartıya. Karartı yaklaşıp da üzerine bir parça ay ışığı düştüğünde, Nazif sakalını ve başındaki kukuletasını fark ediyor karartının. Biraz daha yaklaşınca karartının sırtındaki çuvalı da görüyor Nazif . “Ulan Noel Baba mı o?” diye soruyor kendi kendine. “Vallahi de billahi de Noel Baba” diye cevaplıyor sorduğu soruyu heyecanla. Çay tabağını eline aldığı gibi aşağıya iniyor. Mum bir o yana bir bu yana daha fazla sallanıyor. Söndü sönecek. “Lütfen sönme, lütfen” diye yalvarıyor muma Nazif. Bir yandan “ Yolunu mu kaybetti, ne yaptı? Ne işi var bu mahallede?” diye sorarken kendine diğer yandan adımlarını hızlandırıyor. Köşeyi dönmeden yakalıyor Noel Baba’yı. “Noel Baba, gerçekten sen misin?” diye soruyor biraz önceki karartıya. Çocuklaşıyor iyice Nazif. “Yok be ağabeycim, bir adam çocukları için sürpriz yapacakmış. Parasını verdi ben de Noel Baba oldum. Ama karanlıkta yolumu kaybettim” diyor Noel Baba. Nazif yaşadığı hayal kırıklığını çabuk atlatıyor ve adama gideceği yeri tarif ediyor:

“Bir üstteki mahalleye gideceksin arkadaşım. Hadi kolay gelsin. İyi seneler.”

Noel Baba Nazif’e teşekkür ediyor ve yoluna devam ediyor. Nazif, Noel Baba’nın arkasından bakarken bir üstteki mahalle ile kendi mahallesi arasındaki farkı düşünüyor. “Ulan Noel Baba, sen de paragöz olmuşsun, sen de bitmişsin” deyip gülümsüyor acı acı. Noel Baba hızlı hızlı uzaklaşırken birden duruyor. Nazif’e doğru koşmaya başlıyor. Nazif şaşkın. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Noel Baba çuvalı yola attığı gibi gözden kayboluyor. Nazif çuvala doğru yürüyor, eğilip alıyor çuvalı ve Noel Baba’nın neden kaçtığını öğrenmek için o yöne doğru devam ediyor yürümeye. Yolun üstünde, kuytu bir yerde, ateşin başında oturan çocukları görüyor Nazif. Bunlar kimi kimsesi olmayan, bu mahalleye sığınmış çocuklar. “Nazif abi, gördün mü Noel Baba’yı?” diyor içlerinden birisi. “Biraz korkutalım dedik, tabansız çıktı herif” diye devam ediyor bir başkası konuşmaya. “Bizi tinerci zannetti enayi” diyor bir diğeri. Nazif elindeki çuvalla ateşin yanına yaklaşıyor. Çuvalın içindekileri boşaltıyor. “Size getirmiş bunları” diyor gülerek. “Hadi bakalım, iyi yıllar hepinize.” Sönmüş olan mumunu ateşte tekrar yakıp ayrılıyor aralarından. “Sağ olasın Nazif abim, sana da iyi yıllar” diyor çocuklar o uzaklaşırken hep bir ağızdan. Nazif elinde boş kırmızı çuval ile arkasında mutlu sokak çocukları bırakıyor. Mum bir daha sönmeden evine varıyor.

***

Nazif bir sigara daha yakar. Derin bir nefes çeker sigarasından. Mumun aleviyle göz göze gelir. Sigarasının dumanını muma doğru üfler. Mum nazlanmaz fazla ve söner. Ay ışığının aydınlığı kalır sadece geriye, ötesi karanlık. Nazif balkonun demirine tutunur. Tüm hayaletlerini, perilerini, korkularını bekler. Hepsi teker teker gelirler. Kar ince ince yağmayı sürdürür. Nazif destek almak istermişçesine elini uzatır kar tanelerine. Islanır eli yeniden. Nazif tüm hayaletlerini, perilerini, korkularını sahte Noel Baba’nın kırmızı çuvalına doldurur. Bir havai fişek aydınlatır etrafı bir anda. Sonra bir diğeri, sonra bir başkası.

***

“Mutlu yıllar Nazif” dedi kendi kendine. Eline hayaletlerini, perilerini, korkularını doldurduğu çuvalı aldı.

-İşte bunlar da hediyelerin.

-Teşekkürler Noel Baba.

Nazif kendini tutamadı ve bir kahkaha patlattı.

-Açmayacak mısın?

-Ah affedersin. Hemen açıyorum.

Nazif çuvalı açtı. Tüm korkularını doldurduğu çuvaldan bir parça yeni bir yıla başlamanın cesareti ve bir miktar umut çıktı. O anda tüm ışıklar yandı mahalledeki. Her yer ışıl ışıl oldu.

-Teşekkürler Noel Baba. Mutlu yıllar.

KÜÇÜKTÜM



-Deli doktor orada mı a oğlum?
-Kim?
-Doktor doktor! Sen Şerife’nin oğlu değil misin?
-E..Evet
-Heh..Maşallah..Doktor sağlık ocağında mı yavrum?
-Evet.
-O zöldür* herif orda demek!..

Yaşlı teyze duyduğu cevap karşısında pek memnun olmamıştı. Yine de elindeki torbadan çıkardığı ipe dizilmiş alıçları boynuma astı. Afiyetle ye, dedi, annene de selam söyle. Sonra çeltik tarlalarında çalışmaktan çatlamış elleriyle başımı okşadı ve sağlık ocağını sırtına alarak köye doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Küçüktüm. Yaşlı teyzenin Doktor amcaya neden deli dediğini anlamadım. Boynumdaki alıçları kemire kemire sağlık ocağına doğru yürüdüm. Annem boynumdakileri kemirdiğimi görünce çağırdı beni yanına. Kim verdi onları sana? ,diye sordu. Yaşlı bir teyze verdi, dedim, sana da selam söyledi. Deli doktor sağlık ocağında mı diye sordu ben de ‘evet’ dedim. O da gelmekten vazgeçti, diye devam ettim konuşmaya. Deli doktor demem annemi kızdırdı. Bir daha duymayacağım böyle sözler, diye çıkışta bana. Küçüktüm. Annemin yaşlı teyzenin söylediklerini tekrarlamama neden kızdığını anlamadım.

Nurettin amca köyün tek doktoruydu. Lojmanda yer olmadığı için köyde ev kiralamak istemiş ama köylü evini kiralamaya yanaşmamıştı. Çareyi geçici bir süreliğine sağlık ocağının içinde küçük bir odada kalmakta bulmuştu. Sabahları sağlık ocağının ilaç kokan odalarının aksine bu odadan sucuklu yumurta kokusu gelirdi. Benim payımı da bir ekmeğin arasına sıkıştırır ve ben yiyene kadar başımda beklerdi.Ben sucuklu yumurtamı yerken hastalar yavaş yavaş gelmeye başlarlardı.

Her hastaya aynı tedaviyi uygulardı. Neyin var? Sorusunun karşılığını almadan yaşlı amcaları, teyzeleri, küçücük çocukları sağlık ocağının koridorunda yürüttükçe yürütürdü. Hali kalmayan köylü bir daha hasta olmamaya yemin ederdi. Bir gün böyle geçip giderdi. Akşam saat beş olup paydos dediklerinde çayını demler ve benimle uzun uzun muhabbet ederdi. Daha ilkokula bile gitmeyen ben, kendisini sadece dinlerdim. Bir sevdalısı varmış, anlatırdı:

Kimse görmez onu. Kimseye göstermem. Her akşam yanıma gelir. O gün ne yaptıysa anlatır, ben de dinlerim. Sustuğu vakit ben konuşmaya başlarım. Şiirler okurum ona. Önceden yazdığım şiirler. Sonra gözlüklerimi çıkarmamı ister. Ben de hiç sormam neden diye, çıkarırım. Biliyor musun, ondan başka hiç kimseyi gözlüksüz göremem ben. Bir tek o bilir gözlerimin rengini. Yeşilmiş gözlerim. Geçen geldiğinde söyledi. Onun gözleri mi? Onun gözleri bazen elâ olur bazen mavi, bazen yeşil. Ama hiç siyah olmadı şimdiye kadar. Biliyor musun, dün giderken öptü beni. Nasıl heyecanlandım anlatamam. Bak, kimseye söyleme sakın!

Akşam ezanı okunurdu o anlatırken. Akşam ezanı eve dönüş vaktiydi benim için. Gitmem lazım Doktor amca, derdim, iyi akşamlar. Benim söylediklerimi duymazdı. Devam ederdi anlatmaya.

Bir sabah Sağlık Bakanlığı’nın müfettişleri geldiler köye. Köy ahalisi Doktor amca hakkında şikâyette bulunmuş. Müfettişler inceleme yaptılar sabahtan akşama kadar. Köylüyü dinlediler önce. Sonra anneme, sağlık memuruna ve ebeye sorular sordular. O her sabah sucuklu yumurta kokan odasını aradılar. Odanın duvarlarına bir sürü insan şekli çizilmişti. Hasta kabul defterini buldular odada. Defterin arkasında her akşam gelen sevgilisine yazdığı şiirler vardı. Müfettişlerin incelemesi hava kararınca bitti. Doktor amcayı da yanlarına alıp terk ettiler köyü.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra annemle babam aralarında konuşurlarken duydum Doktor amcaya ne olduğunu. Şizofreni diye bir hastalığı varmış. Bir hastaneye kaldırmışlar. Orada kendisi gibi olanlarla birlikte kalıyormuş. Küçüktüm. Şizofreni nasıl bir hastalıktır bilmiyordum. Anne, dedim, Doktor amca geri gelecek mi? Yok yavrum geri gelemez bir daha, dedi annem. Ağlamaya başladım. Ama biz ziyaretine gideriz, dedi annem gözyaşlarımı silerek. Ağlamaya devam ettim.

Ziyaretine hiç gitmedik!

Aradan yıllar geçti. Nurettin amcanın yattığı hastaneyi buldum. Hala oradaydı. Ziyaretine gittim. Doktorları zorluk çıkarmadılar onu görmek istediğimi söyleyince. Yaşlanmıştı. Beni hatırlamadı. Dün geldi, dedi, ilk kez siyah siyah baktı bana. Anlamadım ilk başta. Sonra bana anlattığı, her akşam yanına gelen sevgilisinden bahsettiğini fark ettim.

Hiç siyah siyah bakmamıştı bana, dedi yanından ayrılırken.

Ertesi sabah Nurettin amcanın vefat ettiğini öğrendim. İlk ve tek ziyaretçisi ben olduğum için beni aradılar hastaneden. Hemen hastaneye gittim. Gece boyunca üzüntülü olduğunu, sessiz sessiz ağladığını öğrendim. Sabaha karşı da ölü olarak bulduklarını söyledi doktoru. Sessiz bir ölüm yaşamış çıkarmadığı gözlüklerinin ardında. Yalnız, sessiz ve ıslak bir ölüm!..
Doktoru odasında bir mektup bulduklarını söyledi. Aldım mektubu ve okumaya başladım. Bildiğim bir şarkının sözleri yazılıydı kağıtta:

Ağlarken
Duvara karşı
Şehir duruyor

Ağlarken
Ve başka hiçbir şey yok
Ölüyorum belki de
Ah! Neredesin?

Düşlerken
Duvara karşı
Şehir yanıyor

Düşlerken
Nefes alamadan
Seni seviyorum aşkım
Seni seviyorum aşkım

Dua ederken
Duvara karşı
Şehir yıkılıyor

Dua ederken
Azize Marie
Azize Marie
Azize Marie

Ölürken...

(*zöldür~ işe yaramaz)
bahsi geçen şarkı-->de cara a la pared

GİT! KALMA BU ŞEHİRDE!..



Tüm siyahıyla gözlerinin ardına saklanan bir türlü hatırlayamayacağı rüyası bittiğinde gün yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Günün ilk ışıkları kirpiklerinde gezindi. Uyanmak istemedi önce. Beş dakika daha istedi kirpiklerine dolanan aydınlıktan. Ama bu isteğine alarm ret cevabı verdi tüm otoritesiyle. Gözlerini açtı isteksizce. Bir sabah ayinine dönüştürdüğü gerinmelerini gerçekleştirdikten sonra ayaklandı. Yarım yamalak topladığı yatağını bırakıp kafası önde, ayakları arkada banyoya doğru yürüdü. Soğuk su, uyku ile arasındaki tüm şiirselliği aldı götürdü. Uyku kendisini hayatın tam orta yerinde terk ettiğinde anladı acele etmesi gerektiğini. Üzerini değiştirdi. Saçları kısa olduğu için taraması gerekmedi. Bir el hareketiyle düzeltti saçlarını sadece. Kahvaltısını bir parça ekmek ve arasına sıkıştırdığı küçük bir peynirle yaptı. Evden alel acele çıktı ve otobüs durağına doğru yürümeye başladı.Durağa yaklaştığında uzun bir kuyruk gördü. İçinden her sabah yaptığı gibi bir araba almayı geçirdi. Bu, her sabahki gibi bir iç geçirmeden öteye gitmedi. Otobüs kuyruğunun en sonuna geçti. Birkaç dakika geçmeden sıranın ortalarına vardı. Güzel giyinmiş kadınlar, takım elbiseli adamlar, saçları sakalları birbirine karışmış, ellerinde kitaplarıyla üniversite öğrencileri, teyzeler, amcalar hatta küçücük ilkokul öğrencileri… Hepsi otobüsün uzaktan görünmesiyle kıpırdandılar. Hele şükür, diyen aksakallı dede herkesin duygularına tercüman oldu. Otobüs durağa yanaştı ve durdu. Hava kaçırır gibi bir sesle açılan otobüs kapısı, otobüsün kuyruğu himayesine almasıyla kapandı. Boş koltuklar birer ikişer doldu. Ayakta kalanlar otobüsün arka tarafına doğru çift sıra yaptılar. Otobüs hareket etmeye başladı. Ayakta kalanların arasındaydı. Otobüsün en arkasında, iniş kapısına sırtı dönük bir şekilde durdu ve etrafını izlemeye başladı. Ayakta kaldığı her sabah yaptığı gibi önce otobüsün camından etrafı seyretti. Arabaları, otobüsleri, dolmuşları, bir o yana bir bu yana koşturan insanları izledi. Otobüs yavaşladı ve yine bir durakta durdu. Bu, kendisinin binmiş olduğu duraktan sonra vardıkları dördüncü duraktı. Otobüsün kapısı, sırtına aldığı insanları sağa sola iterek açıldı. Durakta bekleyenlerden bir veya ikisi binebilmeyi başardı otobüse. Dışarıda kalan iri kıyım bir adam, bir adım daha ilerleyelim arkadaşlar, diye seslendi. Biletçi, sağlı sollu yanaşalım, dedi ayağa kalkarak. Otobüsün ortalarındaki bir kadın, insan taşıyorsun be adam, yeter artık!, diye çıkıştı hem biletçiye hem şoföre. Kadının çıkışından destek alan birkaç delikanlı, kardeşim adım atacak yer mi var, gözün görmüyor mu?, diye söylendiler biletçiye. Biletçi cevap veremeden şoför girdi araya ve biletçiye sakin olmasını söyledi. İri kıyım adamın yüzüne kapıyı kapattı ve yola devam etti. İstisnasız her sabah yaşanan bu sinir harbi insanların psikolojilerini ne denli etkiler bilinmez ama bu olaydan sonra insanların dili çözülür.  O ana kadar otobüste duyulanlar, biletçiye para uzatılırken söylenen "şuradan bir kişi"  ve biletçinin arada bir sorduğu "parasının üstünü, biletini alamayan var mı?" sorusundan başka bir şey değildi. Ama o sinir harbinden sonra otobüste yavaş yavaş bir uğultu yükselmeye başladı.

Hemen önünde oturan kızın ne biraz önce gerilen sinirlerden ne de uğultudan haberi vardı. Kulağındaki kulaklık, otobüsle olan ruhani tüm bağını almış, götürmüş bir müzik kutusuna zincirlemişti. Otobüsün en arkasında, iniş kapısına sırtı dönük bir şekilde duran adam kulaklıktan yükselen cızırtılı seslerin hangi parçaya ait olduğunu anlayamadı. ‘Aman, boşver’ dercesine bir ağız hareketiyle kafasını kulaklıktaki seslerden aldı. Sol tarafında, en arka koltukta oturan, görünüşlerinden, ellerindeki kitaplardan üniversite öğrencisi oldukları anlaşılan iki gence kulak verdi. İş bulma konusundaki yoğun endişelerinden anlaşıldığı kadarıyla son sınıf öğrencisiydiler. Ya iş bulamazsam, ya şu olmazsa ya bu olmazsa, gibi tonlarca laf ettiler. Para kazanmanın zorluğu şimdiden dert olmuştu içlerine. Ama bir yandan da gelecekleri hakkında pembe düşler kurmayı  ihmal etmediler. Genç olmak güzel şey, vesselam! Tam o sırada otobüsün içinde oynak bir ezgi duyuldu. Yaşlı bir teyze çantasından çıkardığı 9/8 lik Rumeli havasına cevap verdi:

“Alo..He yavrum otobüsteyim,geliyorum. Sen konuştun mu o gelin olacak…Tövbe tövbe!..Tamam oğlum tamam. Hadi görüşürüz.”

Yaşlı teyze telefonunu kapatır kapatmaz yanındaki kadına döndü ve gelinini anlatmaya başladı. Tüm otobüs gelinin dedikodusunu dinliyordu. Yaşlı teyze anlattıkça anlattı. Öyle şeyler anlattı ki, gelin o an otobüse binse koca bir otobüs yüzüne tükürürdü. Hemen arkalarında oturan aksakallı dede “Hanım, kadının arkasından konuşma. Ayıptır, günahtır.”

Dedi. Yaşlı kadın aksakallı dedeyi umursamadı. Sadece “senin başında da böyle bir tanesi olsun, görelim konuşuyor musun, konuşmuyor musun?”

Dedi ve konuşmaya devam etti. Aksakallı dede "fesuphanallah"  diyerek sustu.

Otobüsün en arkasında, iniş kapısına sırtı dönük bir şekilde duran adam daha fazla dinlememeye çalıştı yaşlı kadının anlattıklarını. Çaprazındaki orta yaşlı iki adamın sesini duydu. Birisi, bunlar hep Amerikan oyunu. Ülke bölünüyor adam, daha ne olsun, diye feryat ederken diğeri, bu adamlar ne yapsa Amerikan oyunu diyorsunuz kardeşim. Başka bir şey bilmez misiniz siz?, diye cevap veriyordu. Parça parça olmuş zihinler, otobüsün ani fren yapmasıyla çarpıştılar. Bu çarpışmadan sonra kaybedilen birkaç beyin hücresiyle beraber tartışma hararetlendi ve daha da çıkmaza girdi. İkinci bir ani frende şoför otobüsü karakola çekebilirdi.

Yeniden bir telefon sesi duyuldu. “Allah belanı versin! Allah seni kahretsin!” diye bağıran telefonuna cevap veren yeni yetmenin üç dakika içerisinde allak bullak olan aşk(!) hayatına tüm otobüs şahitlik etti. İlk bir-bir buçuk dakikada kurulan “aşkım”, “hayatım” ile başlayan cümlelerin yerini son bir-bir buçuk dakikada “beni sinir etme”, “bir huzur ver yaaa!” gibi cümleler aldı. Otobüsün en arkasında, iniş kapısına sırtı dönük bir şekilde duran adam, sabahın bu saatinde, telefonda kavga eden bir yeni yetme olmadığı için Tanrı’ya teşekkür etti.

Adam zar zor kapıya doğru döndü yüzünü. Hemen önündeki yolcudan düğmeye basmasını rica etti. Bu bunaltıcı, kavgalara, kaygılara, dedikodulara sahne olan otobüsten inebileceği için sevindi. Otobüs durağa yanaştı ve durdu. Kapı açıldı. İnsanların sırtlarından bir akışkanmış gibi süzülerek geçti ve aşağıya indi. Otobüs kapılarını kapattı ve yoluna devam etti. Henüz hiçbir iş yapmadan, oturan yirmi üç, ayakta sayısı belli olmayan hikâye/ler yormuştu kendisini. Hiç tanımadığı insanların kaygıları, kavgaları, dedikoduları havasız bir otobüse sıkışmış ve kendisi de bu otobüste kalakalmıştı. Derin bir nefes aldı. Otobüsün havasızlığı üzerine şehrin kirli havası bile iyi gelmişti. Etrafına bakındı. Pek iç açıcı olmayan yolculuğundan sonra kendisine tekrar yaşamanın güzel olduğunu hatırlatacak bir gülümseme yakalamaya çalıştı. Aradı, taradı ama bulamadı. Hayat koşuşturmacasının olmazsa olmazı olan zaman yönetiminin, insanların gülümsemelerini de ayarlı saatler içinde tutmasından korktu. İş yerine doğru birkaç adım attı ve durakladı. Kahkaha ata ata yürüyen adamı  fark etti. Sokakta yaşayan, kimsesi olmayan bir meczuptu bu. Her gün yanından temkinli ve hızlı adımlarla geçtiği bu adamın, yaşamanın güzel olduğunu kendisine hatırlatmasına güldü. Gülmek delillik değilse, nedir?

Meczuba doğru birkaç adım attı. Bir delinin hatıra defteri bu adımlarla tutulmaya başlandı. Meczup şarap istedi. Adam gitti bir şişe şarap aldı. Sıkış tıkış yaşamını astığı kravatına sardı şarabı ve meczuba uzattı. Meczup, adamın yanından tüm şehri arkasında bırakarak güle oynaya uzaklaştı .

Şimdi tüm deliler gibi şehri bir kenara bırakıp gitme vaktiydi. Gitmeliydi, kalmamalıydı. Yaşamalıydı!..

LETHE


Zaman, dur artık!

Gel otur şöyle, biraz soluklan. Soluklan ve hatırla bana dair ne varsa. Yaşanmışlıklarımdan bahsediyorum yaşanmamışlıklarımdan. Biliyorum, hepsini sıkıştırdın ebced hesabıyla ulaşamadığım yıllara. Ulaşılamayan her yıl bir intihar, ölüm değil. İntiharlarımdan kurtar beni. Geriye al zebanilerini. Geriye, en geriye. Başladığımız yere. Hesabı bu sefer sen yap ve ben ulaşayım ölümlerime. İntiharlarımı bıraktım renkli paketler içinde zebanilerine..

Burası değil başlangıcımız. Burası cehennem. Burası sonumuz olmaya müsait. Burası bütün acılarımı tek bir gözyaşı ile yakabilecek kadar günaha sahip. Bütün günahlarım çığlık çığlığa. Ağlamak zor, ağlamak ızdıraplı. Gel oturalım Lethe’nin kenarına. Sen zebanilerini unut. Ben yaşanmışlıklarımı unutayım. Unutulmuş acılarıma hiç duyulmamış ağıtlar yakayım. Yaşanmamışlıklarımı bırakalım, yeniden başlasınlar hayata. Zebanilerin korkusundan, yaşanmışlıkların gölgesinden uzakta genişlesin yürekleri. İntihara uzak kalsınlar, ölüme yakın.

Biz burada kalalım, Lethe’nin kenarında. Boşaltalım kadehlerimizi tek yudumda ve yeniden dolduralım. Ben sana unutulan şiirler yazayım, sen tut ellerimden ve Lethe’nin sularında kaybolalım. Damla damla boğulalım. Dünyada ne unutulmuşsa ona karışalım.

Lethe’nin suyundan ne zaman bir yudum içilse, unutalım birbirimizi. Sen bir yabancının ellerinden tuttuğun için tedirgin ol. Ama bırakma ellerimi! Ölüm kadar yakınız birbirimizi hatırlamaya. Bırakma ellerimi. Yaşam kadar aşk var aramızda.

"Eğer intihar olasılığı diye bir şey olmasaydı, şimdiye kadar kendimi çoktan öldürmüştüm."( cioran)

HARF



Üzerlerini çizdiğim harfler için özür diliyorum senden.

Sen ki, kaç nefes tuttun bir harfi özenle damlatırken avuçlarıma ve kaç nefesten oldun bir harf kadar değerli? Ne sen biliyorsun sayısını ne de ben. Her şeyin sayısını bilene bırakalım bunu istersen. Ömrüne nefes verecek yine O’dur nasılsa!

İstemeden oldu her şey, bir kazaydı tüm olanlar demek isterdim sana. Ama hayır, bu sefer özen göstereceğim söylediklerime ve yalandan kaçınacağım. Yalandan kaçınmak için henüz yaşımın erken olduğunu düşündüm hep. Biliyorum, düşünerek bu kadar geç kalamazdı hiç kimse. Şimdi geç kalınmış doğrularımı dillendirmek için çocuksu bir cesarete sahibim. Evet, her şey isteyerek oldu. Her şeyi isteyerek yaptım. İsteyerek çizdim harflerin üzerlerini, isteyerek kararttım damlayan çizgilerini.

“Neden?”

Diye soruyorsun, duyabiliyorum. Anlatacağım. Anlatacağım ve üzerlerini çizerek öldürdüğüm harfler dirilip katilim olacaklar. Sonra bir musalla taşında yatarken ben, tümü dillenip, iyi bilirdik, diyecekler ardımdan, dinleyeceğim ve inanmayacağım. “Hepiniz mi? Öyleyse neden öldürdünüz  beni?” diye soramadan söz bırakacak dilimi. Sonrası malum. Üzerlerini karalamadıklarım kaldıracaklar omuzlarına beni ve üzeri karalanmışlar takip edecekler sessizce omuzlar üzerinde gideni. Sözün bittiği yerde, toprakla üzerimi kapatacaklar. Son kez okunacaklar benim için ve yavaş yavaş kaybolacaklar. Yalnız kaldığında insan da harfler kadar anlamsız olabilir, anlayacağım.

Sen şahitsin. Ne kadar çok anlattım sevinçlerimi, mutluluklarımı, hayallerimi, aşklarımı. Anlattıkça fark ettim ki, hep aynı harflere sığdırıyorum içimdeki kıpırdanmaları. Bu farkındalık, bir gün avucumdaki sesi çıkmamış harfleri dillendirmeme neden oldu. Kullanmadığım harflerle, anlatamadıklarımı anlatmaya başladım. Anlatamadıklarım ete kemiğe büründüler anlatıldıkça. Kanadılar, ağladılar. Sözün kanaması, harflerin ağlaması korkuttu beni. Hayır, yalan söylememeliyim! Korktuğum aslında mutsuzluklarımın, yüreğimin kanamalarının, ağlamalarımın, küskünlüklerimin, gerçekleşmeyen bekleyişlerimin, arada kalmalarımın, terk edilmelerimin, kaybedişlerimin beni hece hece takip etmesiydi. Yine de anlatmaya devam ettim, korkarak. Bir zaman sonra soluklanacak bir nokta bulamadığımda, artık vakti gelmişti. Onlar beni öldürmeden ben öldürmeliydim onları. Karaladım üzerlerini özensizce. Kan, gözyaşı ve bir yığın feryadın arasında, öldürmenin cinnet halini yaşadım şuursuzca. Sonra hiçbir ayinle onurlandırmadan onları, gömdüm kalbimin en karanlığına ve en derinine. Kötü adam olmak bu kadar kolaydı işte.

Sana bunları anlatıyorum çünkü...(gerisini söylemek zor)

Kalbimin en karanlığında ve en derininde, senin için güzel bir anlatı bırakıyorum giderken. Korkma derin karanlığından kalbimin. Yaklaş. Dipte kalanlar bekliyor olacaklar seni. Ve sen ulaştığında bestelenmiş oratoryosuna harflerin, kalbimin en karanlığı ve en derini kalmayacak. Ben, o anda mutluluktan ağlıyor olacağım. Sen, nefes almadan çizdiğin harflerin  acılarını, isyanlarını, gözyaşlarını, özlemlerini dinliyor olacaksın bir başkasının dilinden.

Çok sesli bir koro çalsın oratoryosunu harflerin. Bir kez de öyle dinle mutlulukları, mutsuzlukları, aşkları, kaybedişleri. Sana tek bırakabileceğim bu!

Hattat, ben ölüyorum. Öldürdüğüm ve katilim olan harflerle beni bir duada buluştur diye anlatıyorum sana bunları. Bir duada buluştur bizi ve helalleşelim. Kaybetmenin güzelliğinde neşelenelim.

Hattat, nefeslen artık ve hakkını helal et!

Ölüm sonunda cümlenin ve ben noktayı seslendirdim.

KARMAŞA


                                 -http://miniq.deviantart.com/-
Kahve, sıcak kalmak istemezse eğer, bir fulara bağlamalı yudumlanmış kokusunu. Fulardaki kokuyu ise saklamalı kahvenin yudumlanamayan o son damlasına. Nefsin terbiyesine o son damla ile başlamalı insan. Nefis, günaha düşkün Âdem kadar yıldır. Kahvenin dumanındaki ‘kaos’un düzenini bozmaya çalışmak kadar günah, saklanmış kokuları yutkunmak. Ve insan günahkâr Havva kadar yıldır.

Sözün karmaşasını anlattı kitaplar hep. Biz, bir kitap rafından dinledik anlatılanları. Sözü dinledikçe karmaşasını sevdik. Daha çok benimsedik sıkış tıkış yaşamlarımızı. Bir toka ile tutturulamayacak kadar dağınık bıraktık düşlediklerimizi. Renkli şekerlerin albenisini damlattık karman çorman zamanlarımıza. Kahve ve söz karman çorman yaşamaya başladıklarından beri karmakarışık yaşamlarımız. Karmakarışık ve güzel.

Karmaşa, kahvenin yanı başındaki siyahın notalarında soluklandı. Böyle programlanmış olduğunu düşündük hep. Oysaki karmaşa kendi karar verdi bir konçertonun dizlerinin dibinde soluklanmaya, bir kadın parfümü kadar nefes almaya. Ve karmaşa programlanamayacak kadar insandı ve karmakarışıktı ve güzel kokardı.

3' 45''

Üç dakika kırk beş saniye.

Görüntünün akıp yatağını bulması bu kadar sürdü. Bir taşkında kaybetmemek için kendimi gözlerimi ayırmadım akan karelerden. Pür dikkat izledim üç dakikayı ve kırk beş saniyeyi.

Önce ellerini gösterdi bana. Elleri beyazdı, güzeldi. Parmakları, şairin mısralarından yansıyan hüzün kadar dokunabilirdi kalbime. Dokundu da. Yanmamış bir sigara gezinmeye başladı parmaklarında. Sigara, yalnızca güzel bir elde estetik durabilirdi, anladım. Sigara gezinmeye devam etti parmaklarında. Bir sigara kadar boyayabilirdim parmaklarındaki izleri. Bıraktıklarım arasında tütün rengi dudaklarımı bulmam yeterliydi.

Yüzü görünmeye başladı yavaşça. Aydınlıktı yüzü. Gözleri pusluydu, yaşlıydı. Bir sinema salonunda gözünde yaş, sırtında başkalarının silüetleriyle bir kadın vardı. Yaklaştım gözlerine. Amacım, hangi film içindi bu sessiz ağıt anlayabilmekti. Anlayamadım. Bir daha baktım gözlerine dikkatlice. Gözbebeklerinde kendimi görebilseydim eğer, tüm sansürlere inat pantomimden bir öpücük bırakırdım dudaklarına. Görebiliyor muyum kendimi orada?

Arkadan gelen sesler İspanyolcaydı. Yanındaki adamın, kulağına fısıldadıkları da. Anlamadım konuşulanları. Güzel insanlardan biri “ Ben Endülüs’ten sonra bir daha hiçbir yerde İspanyolca konuşmadım.”

Demişti zamanında. Ben de Endülüs’ten sonra bir daha hiçbir yerde İspanyolca anlamadım. Konuşmalar Endülüs’ten sonraydı. Anlam Endülüs’te kaldı.

Bir sinema salonunda elinde sigarası, dudaklarında pantomimden öpücük olan bir kadın vardı. Ayağa kalktı. Çıkış kapısına doğru attı adımlarını. Kapıyı araladı. Film afişleriyle süslenmiş duvarların arasından, mutlu insanların içinden geçti. Gözünde hâlâ yaş vardı. Dış kapıya ulaştı. Bir adım daha attı ve şehrin nefesine vardı. Sigarasını pantomimden öpücüğe tutturdu. Ateş aramaya başladı çantasında. Biraz uzun sürdü bulması. Buldu ateşi ve yaktı sigarasını. Dumanını çekti içine ve bir nefeste bıraktı fümeyi akan görüntüye. Duman ancak güzel bir kadına yakışırdı, anladım.

Dudağında pantomimden öpücük, yanında bir nefes duman ve gözünde yaş olan kadının adı Anna’ydı.

Görüntü akmadı daha fazla. Ben ise konuşamadım. Sustum!..

DİNLE SARA!..


"ey sevgilim evime gelirsen eğer..."
"bana bir lamba getir"
"ve caddedeki o mutlu kalabalığı izleyebileceğim bir pencere..."

Dinle Sara!..

Alabildiğine siyah var gözlerimde uzun zamandır. Karanlığa boyanmış duvarlarla sarmaladılar beni. Zaman siyah aktı hep. Gözyaşlarım siyahtı. Saçım siyahtı. Sakallarım siyahtı. Kanımın siyah aktığından şüphem yok.
Sinirlendiğimde karanlığa gösterdim öfkemi. Öfkem siyahtı. Sevinçlerim siyahtı. Kahkahalarım renkli olsun istedim hep ama hepsi karanlığa karıştı. Kahkahalarım siyahtı. Tebessümlerim siyahtı. Özlemin adı aydınlıktı benim için. Özlemim bile siyahlaştı.

Biliyor musun Sara, küçükken, uyumadan önce hiç masal anlattırmadım anneme. Bilirdim, masallar siyahlaşacaktı her cümlede. Siyahlaşan masallar rüyalarımı da karartacaktı mutlaka. Annem de biliyordu galiba. Hiç koyulaştırmadı uykularımın siyahını. Hatta siyahımı azıcık da olsa açmaya çalışırdı. Fümeydi tek amacı. Olmadı. Bilmedim hiç fümeyi. Masal yerine renklerden bahsederdi bana her gece. Anla artık Sara!.. Masallarla büyüyen çocuklardan değilim ben. “Bir varmış bir yokmuş”  kadar yıl geçti aradan ama tanımadım hiçbir masal kahramanını ben. Şimdi, renklerle büyüyen çocuklardanım demek bana bile garip gelecek ama öyle. Renkleri dinleyerek büyüdüm ben. Nasıl göründüklerini bilmem belki ama anlatabilirim sana. Mavi, yeşil, kırmızı, sarı… Hepsini tarif edebilirim. Ne dersin Sara, trajikomik bir hayat galiba benimkisi? Azıcık anlatsam renkleri dinler misin Sara? Âh Sara, sen hep dinledin zaten beni.

Dinle Sara!..

Maviye deniz derdi annem. Maviden önce denizi anlatmak zorunda kalırdı. Denizi hissedersem maviyi hissedeceğimi söylerdi. Derdi ki, ayağını değdirdiğinde denize içini bir ürperti kaplarmış önce. Adım attıkça titremeye başlarmışsın. Dalgalar ayaklarından başlayıp dizlerini sararmış. Sonra dalgalara ve titremeye inat bırakırmışsın kendini denize. Önce batırırmış seni dibindeki kumları hissedinceye kadar. Sonra alırmış kollarına  ve çıkarmışsınız birlikte yukarıya. Mavinin tenini hissedebilirmişsin yukarıda. Titremen kesilirmiş. Sen de maviye boyanırmışsın. Sen hiç denize gittin mi Sara? Bir gün gidelim beraber. Olur mu?

Sana söylemem gerek Sara! Sarıyı da çok sevdim ben. Güneş diye yuvarlak bir şeyden bahsetmişti sarıyı anlatırken annem. O, kendini gösterdiği zaman her yer aydınlık olurmuş. Aydınlık!.. En büyük özlemim. Hakkında bildiğim tek şey siyahtan farklı olduğu. Başka bir şey bilmiyorum. Ama özlüyorum. Neyse!.. Güneş’e dönelim biz en iyisi. İnsanı üşütmezmiş Güneş. Sıcakmış her zaman. Annem de sarı renkte olmalı. Hiç üşümemiştim onun yanındayken. Söylesene Sara, gerçekten sarımıydı rengi annemin?

Bir sürü renk anlatabilirim sana Sara. Kırmızıyı anlatabilirim. Utangaçlığın rengi olduğunu söyleyebilirim sana. Al al olsun yanaklarımız Sara. Yanaklarındaki kırmızıyı hissetmeliyim. Utanmalarımızı hissetmeliyim. Yeşili de anlatabilirim, kahverengiyi de, moru da. Hangi rengi istersen anlatabilirim. Ama gerek yok şimdi diğer renklere. Sen zaten biliyorsun hepsini. Sadece bir tanesinden daha bahsedeceğim sana. En sevdiğim rengi dillendireceğim. Beni en çok seven rengi anlatacağım. Ama önce getirdiğin lambayla pencereyi koy şuraya. Tam şuraya! Caddeyi görebileyim. Çünkü caddedeki mutlu insanların rengini anlatacağım sana.

Beyaz!..
Beyazdan bahsetmeliyim sana Sara, mutlu insanların renginden. Annem hiçbir şey söylemedi beyaz hakkında. Beyaz kendisi geldi gözlerimin ardına. Öncelikle masumdu beyaz. Hiçbir rengin olamadığı kadar masumdu. O yüzden beyaz göremedik hiçbirimiz. Beyaz saflıktı. İncelikti. İbrahim peygamberin karısından beri kadındı beyaz.

Beyazı düşlerim hep. Her düşümde onu ilk midemde hissederim Sara. Sonra eşine rastlamadığım bir duygu sarar içimi. Siyahımı dağıtır. Beyaz gülerim o zamanlar; beyaz damlar gözyaşlarım. Kalbim hiç atmadığı kadar hızlı atmaya başlar. Kalbimin beyaz kan pompaladığına eminim damarlarıma. Titremeye başlarım. Dilim tutulur, konuşamam. Gözlerim siyah görmez o anlarda.

Beyaz!.. Alabildiğine beyaz var gözlerimde. Beyaz boyanmış duvarlara sarınırım. Sana sarılırım. Aşk beyaz olmalı. Beyaz sen olmalısın Sara. Beyaz sen olmalısın!..

EVVEL ZAMAN

 "izi kalmış yüzümde düşte öpüşmelerin
derin bir âh çeker şimdi rüyalar
/sıcaklığında göz lekelerim."

Evvel zaman önce...

Haberin olmadı. Gözbebeklerime sığdırırken seni farkına varmadın kanlanmış beyazlarımın. Hiç bilmedin sebep olduğun kırmızılıkları. Hiç tanımadın. Belki de hiç tanımayacaksın.
Haberin olmadı. Her gece gözlerim uykuya yenik düştüğünde sen geldin yanıma. Yenilgiyi tatmış düşlerimde sen vardın hep. Biz, her yenilgiden zafer çıkarırdık seninle. Her yenilgi böyle bir zaferi hak etmeli. Gülümserdin. Her zafer böyle bir gülümsemede erimeli.
Haberin olmadı. Sabahın ruhuyla ayaklanan güneş gösterdiğinde kendini penceremin köşesinden, yüzümde düşteki öpüşmelerin iziyle uyanırdım ben. Sen kaybolurdun sabaha uyanmamla birdenbire. 'Günaydın', yeniden tanımlamamız gereken bir mefhum olarak kalırdı sözlerimizde. Sonra gün akar giderdi düşlere değinceye dek. Düş, kurumuş dudaklarımız kadar güzeldi. Su kadar hayaldi. Farkına varmadık.

Evvel zaman sonra...

Gelmedin yenilgilerime. Gelmedin büyüteceğimiz zaferlerimize. Zaman seni unutmam için saniyelerini serdi önüme. Sayarak bitiremeyeceğim kadar çoktu saniyeler! Haberim olmadı. Kollarımda şırıngasından boşaltılmış zamanın izleri var şimdi. Damarlarımda ise beni kendine müptela eden saniyeler dolaşmakta. Yüzümde hâlâ düşlerimizdeki öpüşmelerin izi var. Farkında değildim epeydir. Bir şarkıda söylediler. Farkına vardım. Az zaman oldu.
Bilmeliydim! Zaman silemezdi zaten her izi. Kendisine müptela olmuş ruhlardan bile! Öyle de olmuştu. Silememişti işte. Ama ya gözyaşlarım? Onlardan korkuyorum artık. Biliyorum onlar da silemezler düşlerimizin izlerini. Ancak yakabilirler, küle çevirebilirler bende can bulan her izini.

Şimdi tek bir isteğim var senden:

Son kez gel yenilgime. O yaktığın sigarandan kocaman bir nefes çek ve paylaş dumanını benimle. Boğulalım beraber. Zaferimiz boğularak olsun bu sefer. Yoksa bu gözyaşları küle çevirecekler bendeki seni ve ben öyle öleceğim. Büyütemediğimiz zaferler yüreğimde!

SADECE BİR RÜYA

“Hadi oğlum kalk!”
Ramazan böyle başlardı bizim evde. Yine böyle başladı. Sahur vakti geldi. Annemin sesine:
“Bi beş dakka daha, n'olur...”
Diye uykulu uykulu cevap veremeden saatimin alarmı girdi araya:
“Beş dakika filan yok sana.”
Alarmı delirtmeye gelmez. Hemen kalktım yatağımdan. Kapattım alarmı. Şeytana uyup tekrar yatağıma dönmek üzereydim ki davul sesi yankılandı kulaklarımda. Manisiz, kuru bir davul sesi. “ Ah nerede o eski ramazanlar!” diyecek yaşa gelmediğimden hiçbir şey demedim. Küçük adımlarla banyoya gittim. Uykulu gözlerimi birkaç avuç su ile terbiye ettikten sonra mutfağa doğru yürüdüm. Annem sofrayı kurmakla meşguldü. Babam ise televizyondaki sahur programlarından birini izlemekteydi. Kardeşim de esneme gibi kutsal(!) bir görevi layığıyla yerine getirmekteydi. Oturdum masaya. Annem kahvaltılıkları çoktan koymuştu. Zeytinin kapağını açtım usulca. Ne de çok severim zeytini! Ancak boş boş bakakaldım zeytin kabına. Gözlerimi yumdum açtım. Bir daha baktım kaba. Yok yok, gördüklerim gerçekti. Kabın içinde bir tane bile zeytin yoktu. Diğer kapların kapaklarını da açtım çabucak. Aynı görüntüyle karşılaştım çaresizce.
-Anne, bunların hepsi boş, dedim hayal kırıklığına uğradığımı belli eden ses tonumla.
-Olur mu oğlum? Görmüyor musun şunları? Ta Afganistan’dan göndermiş kardeşlerin bunları sana, dedi annem.
-Afganistan’dan? Kardeşlerim?
-Tabi ya. Allah razı olsun hepsinden.
“Rüya mı bu?”
Diye sormaya korktum. Böyle bir soru karşısında, böyle bir durumda, kardeşimin “hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz?” gibi bir cevap verme olasılığı vardı. Sustum.
- Bak bu pişirdiklerimi de Bağdat’tan, Kudüs’ten, bir de… Nereydi bey hatırlayamadım?
- Bosna Bosna, dedi babam bir yandan televizyona bakarak.
- Heh işte! Bosna’dan göndermişler. Sağ olsunlar.
- Bağdat’tan, Kudüs’ten, Bosna’dan. Öyle mi?
- Evet oğlum evet. Duymuşlar patates, soğan yerine silah çıktığını bizim topraklardan. Bir de mayınlar var tabi. Onlarda ellerinde ne varsa paylaşmışlar bizimle. Sağ olsunlar. Allah razı olsun hepsinden.
Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp ne piştiğine baktım. Annemin pişirdiğim dediği hiçbir şeydi. Delirmeye başladığımı fark edebiliyordum. Şüphesiz bu delilikten başka bir şey değildi. Bir an gözüm sofradaki su dolu bardağa ilişti. Bir yudum almamla:
- Bu nasıl su yahu? Bildiğin tuzlu bu, diye tepki gösterdim.
- Ah o mu! O suyu Afrika’daki kardeşlerin göndermişler.
- Afrika’daki kardeşlerim? Hem de su?
- Ah ah! Sağ olsunlar!..
- Ama tuzlu bu su, dedim gayri ihtiyari. Saçmaladığımın farkına vardım. Sustum hemen.
- Gözyaşı var içinde bolca. Ondandır.
Allah’ım sen aklımı koru. Kafayı yemem an meselesi. Birazdan deli gömleği giydirmeye gelseler hak veririm adamlara. Hiç direnmem. “Ben deli değilim” gibi klişeleri dillendirmem bile. Alıp götürmeleri için yardımcı olurum hatta adamlara.
Babam televizyon kanalını değiştirdi. Geçen ramazandan kalma bir dizinin tekrarı oynuyordu şimdi ekranda. Malum senaryo, geçen ramazan kaldığı yerden devam etmekteydi: Adam oruç tuttuğu için çok acıkır. Bu sinirlerini oynatır. Kime çatacağını bilemez. Her duyduğunu ezan zannetmeye başlar. Ezan okununca da bir “ bismillah” bile demeden çorba kâsesinin dibini görür. Biz de buna katıla katıla güleriz!..

“Hadi oğlum kalk!”
Alarm çalmaya başladı. Annemin sesi alarmın sesine karıştı. Hemen uyandım.
“Sadece bir rüyaymış.”
Diyebildim. Banyoda elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa geçtim. Annem sofrayı kurmakla meşguldü. Oturdum masaya. Kardeşim esnemesini ayine dönüştürdü. Zeytin kabı dikkatimi çekti hemen. Açtım kapağını. Kap zeytinle doluydu. Annem tencerede bir şeyler pişiriyordu. Dikkatlice baktım. Tencerede gerçekten bir şeyler pişiyordu. Babam televizyonda o malum diziyi izliyordu. Dizideki adam çıldırmış gibiydi. Gülmedim bu sefer. Tiksindim.
Bir bardak su içtim. Hiçbir şey yiyemedim. Annem üzüldü bir şey yemedim diye. Gece yatmadan bir şeyler yediğimi söyledim. İçi rahat etsin diye. Biraz sonra sabah ezanı okundu. “Hoş geldin Ramazan!”
Daha sonra gün başladı ve ben iftarı dört gözle bekleyen kalabalığın arasına karıştım.
Biz rahatların arasına da geldiğin için teşekkürler Ramazan!..

YÜRÜYELİM

Bir sırt çantasına sığdıralım damarlarımızda akan deli kanı. Öfkemiz kine dönüşmeden düşelim yollara. Kimsenin bilmediği saatlerde atalım adımlarımızı akrepten yelkovana. Her adımımızda öfkemiz kabarsın. Her adımımızda büyüsün yüreğimiz. Yürüyelim!..

Dolunay söndürmüş olsun yıldızları karanlıkta. Göz göze gelelim. Ben bir parça koparayım dolunaydan, sen ise kandil yap onu yollarımıza. Dolunay da ortak olsun öfkemize, öyle yürüyelim!..
“Neden bu kadar öfke?”

Diye soranlar olacak sevgilim. O vakit kuralım fakir soframızı tüm soruların kalbine. Paylaşalım öfkemizi kuru ekmeği paylaşan dervişler misali. Bir de sırtlandığımız deli kanımızdan ikram edelim soru soran dillere. Halil İbrahim sofrası olsun soframız. Anlayacaklardır bizi.

Unutmayalım sevgilim. O’nun “şahit ol” demesini unutmayalım. Hapsetmeyelim renkli kutular içine şahitliğimizi. Çürümesine izin vermeyelim zindanlarda. Öfkemizin ortağı ay yarıldığında, anlayalım: Umut vardır. Adalet yakındır.

Dolunay bıraksın söndürmüş olduklarını. Hilal eşlik etsin yıldızların ışıltısına. Biz, sırtımızı verelim küçük çocukların gözyaşlarıyla ıslanmış toprağa. Öfkemiz, çocukların gözyaşlarını kanatanlara! Öfkemiz, insanlığın gözyaşlarını kanatanlara! Şahidiz biz kanayan tüm gözyaşlarına. Öfkemiz söz istesin. Ama biz konuşmayalım. Lal olsun dillerimiz. Yansın içimiz. Kavrulsun. Gözümüzü hiç yummadan bakalım semaya. Öfkemize ortak edelim gökte ne var ne yoksa. Yıldızları dağıtalım çocuklara. Bosna’daki, Kudüs’teki, Urumçi’deki, yeryüzündeki tüm çocuklara. Güldürelim hepsini.
Artık devam etmeliyiz yolumuza sevgilim. Öfkemiz dünya ile yaşıt ve dünya kadar yaşayacak.Yürümeliyiz!
Ben tutayım ellerinden hilalin, sen ise kandil yap onu yollarımıza.
Yürüyelim!..

HOŞGELDİN

Önce gergin bekleyişlerini tut avuçlarında. Midenden başlayıp tüm vücuduna yayılan krampları yatır ameliyat masasına. Bir o yana bir bu yana attığın adımlardan çıkan sesleri yakala. Kaydet bir taş plağa. Kalbini zapt etmeye çalışma. Bırak güvercin misali kanat çırpsın her nefes alışında.
Sana sadece beklemek kalsın. Bekle! Sadece bekle!
Sonra bir ağlama sesi duy kapıların ardında. Bırak tüm söylediklerimi. Karala üzerlerini. Sen gözyaşını icat et sadece. Bırak o da aksın sen gülümsedikçe. Damla damla ıslat avucundaki ağlamaları. Hisset küçük kıpırdamaları. Kokusundaki tüm ‘merhaba’ları çek içine. Şimdi, eşlik et esen rüzgârlara ve fısılda ilk ninnisini kulağına:

" 'Masmavi şafağın rüyasında' gelen, hoşgeldin masalıma!"

TOPRAK KOKSUN ELLERİN!

Sigarasını yaktı. Yanan tütünün rayihası kapladı etrafı. Her sigara yakışında olduğu gibi yine onun sesine büründü duman:
“Bu koku için bile içilir bu melet!”
Gülümsedi. Derin bir nefes çekti sigarasından. Rayiha kayboldu, epeyce duman bıraktı geride. Epeyce bağımlılık.
Duman ve bağımlılığın arasında ellerini fark etti bir an. Çamurluydu avuç içleri, tırnakları ise kirliydi. Hepsi onu tutamadığında oldu. Nasıl tutabilirdi ki? Bir melek gelip kanatlandırdığında en sevdiğini, nasıl tutunabilirdi ki onun ellerine 'gitme!' diye? Tutunamadı da zaten. Tutamadı da. Beyaz bir gözyaşı bırakabildi sadece avucuna en sevdiğinin. Bir de toprak serpti üzerine. Çok sevdikleri gibi koksun diye. Toprak koksun diye.
İşte her şey o anda oldu. Toprak ete kemiğe büründü avuçlarında. Güzel bir kadın gezindi tüm çizgilerinde ellerinin. Kadın toprak koktu. Elleri toprak koktu. En çok da toprak kokusu yakışırdı kadına ve bir de ellere!..
Son bir nefes çekti sigarasından. Aynı kadın dumana karıştı bu sefer ve bir nefes gibi bıraktı kendini çarçabuk. Toprak kokusu kayboldu, çamur kaldı geriye. Epeyce duman kaldı bir de, epeyce bağımlılık, epeyce yalnızlık!..

BEYAZ SOYUT

Anne bağırdı:

-Fatih..Fatihhhhh. Kime diyorum, bak hiç duyuyor mu beni! Gel buraya çabuk. Yoksa terlik geliyor bak!..

Ağlamakla meşgul. Duyması gereken tek ses hıçkırıklarının sesi. Kimse düşünmedi hıçkırıklarını. Ya da öyle zannetti. Bir çocuğun hıçkırarak ağlaması zamansızdı, gereksizdi. Ya da öyle hissetti.

Dünya üzerinde kurulan en tehditkâr(!) cümle:

“Yoksa terlik geliyor bak.”

Avazı çıktığı kadar bağırdı. Sesi kısıldı ama vazgeçmedi. Aslında beyaz hastane terlikleri gelirdi bu kadar bağırdıktan sonra üzerine. Ama olmadı. Üzerine terlikler gelmedi. Annesi geldi usulca yanına. Çok sakindi kadın. Biraz önce kendisine bağıran o değildi sanki. Sağlık ocağının ilaç kokan havası insanların ruh hallerinin bu kadar çabuk değişmesinde etkili midir? Yoksa anne olmak biraz despot, fazlaca merhametli olmak mıdır?

Anne henüz kırışmamış elleriyle gözyaşlarını sildi oğlunun. Beyaz bir önlük vardı üzerinde, ayaklarında ise beyaz hastane terlikleri. Beyaz mıydı melekler gerçekten?

-Niye ağlıyorsun söyle bakalım?

-...ühühühü..cık.

-Söyle hadi kızmayacağım..

-Ahmet Amca var ya..İşte o topumu aldı. Sonra bir vurdu havaya doğru..ühühühühü..Bulutlara attı topumu. Gelmedi işte geriye. ühühühühühü..


-Hay Allah -kıkırdamalar-. Ağlama bak şimdi kızarım ben Ahmet Amca’ya. Sana da yeni bir top alırız olur mu?

-…….İstemem.

***

Uçağın penceresi küçüktü. Bulutlar da. İlk kez binmişti uçağa. Şaşkınlıkla baktı birkaç dakika önce ayak bastığı topraklara. Sonra şaşkınlık yerini bir şey bulmanın telaşına bıraktı. Küçükken kaybettiğini düşündüğü bir şey. Tüm bulutlara bakmak istedi. İmkansızdı bu. Yapamadı da zaten. Ancak baktığı tüm bulutlar kıskanç bir çocuk gibi sakladılar plastik topunu kendinden. Bir zamanlar o sakladıkları plastik topun ardından hıçkırarak ağlayan küçük çocuğa beyazdan başka bir şey göstermediler. Çocuklaştı. O plastik topla oynadığı oyunlar geldi aklına. En çok da ailecek oynadıkları yakan topu sevdiğini anımsadı.


“Sayın yolcularımız,uçağımız Diyarbakır havaalanına inişe geçmiştir. Lütfen kemerlerinizi bağlayınız.”


Hostesin sesi bulutları dağıttı. Çocuk büyüdü yeniden. Kemerini bağladı. Uçak yere inerken iyice yaklaştı bulutlara. Daha dikkatli baktı beyaza. Aradığı bir metadan fazlasıydı. Farkındaydı. Bu farkındalık, bulmasına yardımcı oldu beyazın içinde aradığı soyutu. Plastik topun canı cehenneme!


Özlem. Aradığı, bulduğu, hissettiği özlemdi. Küçük bir çocuğun oyuna özlemiydi, insanın insana özlemiydi. Söze özlemdi, kahkahaya özlemdi, hatıralara özlemdi, arkadaşa, kardeşe, sevgiliye özlemdi.

***

-Yere indikçe bulutlar büyür gözünde-

Uçak havaalanına indi. Merdivenlerden üçer beşer atladı ve çıkış kapısına yöneldi. Biraz bekledi orada. Etrafına bakındı. Onlarca insan, korna seslerine karışmış "hoşgeldin" ler, kucaklaşmalar, ağlamalar, gülüşmeler, bavullar... İnsanlar ne çok özlemişlerdi birbirlerini.
“Hay Allah nerede kaldı acaba?” derken gördü karşıdan bilindik yürümesiyle geleni. Gülümsedi. Bir kaç adım attı karşıdan gelene doğru. Sarıldılar birbirlerine özlemle. Küçük çocuğun bir meta için döktüğü çocukça gözyaşları, büyüdüğünde aklı ermiş bir kahkahaya dönüşmüştü. Özlem ağlattığı gibi güldürürdü de.

Madde bir kez daha anlamsızlaştı. İnsan bir kez daha anlam kazandı.

“Akif,askerlik yaramış paşa.Kilo mu almışsın ne!”

DUVAR



- Tavan arasına çıkıyorum ben.
- Ne işin var tavan arasında?
- Anne konuştuk bunu. İzin de verdiniz. Baştan almayalım ne olursun.
- İyi, peki peki. Neden izin verdik anlamıyorum. Elektriği bile yok oranın. Ah şu baban yok mu! Şu feneri al bari. Karanlıkta düşüp bir yerlerini kırma.

Odamın duvarları için alamadığım izni, karanlığın içinde kaybolmuş o silik duvar için alabilmiştim. Buruk sevinç denilen şey bu olmalıydı. Hayat ne istiyorsa vermiyordu insana ama bir yandan da mutlu etmesini iyi biliyordu. Bir elime feneri diğer elime boyalarımı ve fırçalarımı aldım. Sağlam olmadığını bildiğim merdivenin basamaklarını tırmanmaya başladım. Her basamakta karanlık biraz daha baskın hale geldi. Son basamağı da tırmandım ve karanlığın içindeki bu geçmiş kokan dünyaya adımımı attım. Tavan arası denilen yer, geçmişin tozunu üzerinden almayı unuttuğumuz bir yere benziyordu. Beşiğimden ilkokul önlüğüme kadar her türlü eşya, toz tanecikleri gibi bir köşe bulmuşlardı kendilerine. Rahatsız etmedim hiçbirini. Feneri duvara doğru tuttum. Yer yer dökülmüş, kararmış duvara gülümseyerek baktım. Ne döküklerini umursadım o an ne de kararmış yerlerini. Biraz sonra renklendireceğim kocaman bir tuvaldi artık o benim için. Duvarın soluna yöneldim. “Ne çizsem?” diye sormadım hiç kendi kendime. İlk fırça darbesi ve onu izleyen diğer fırça izleri. Parmaklarım sanki fırçanın kölesi olmuştular. Fırçaya itaati hiç sorgulamadılar. Çocuklar çizdim önce. Kadınlar, erkekler. Irmaklar geldi ardından. Sonra dağlar uzandı duvarın üzerinde. Çiçekler açtı karanlığın içinde en guaj kokularıyla. Biraz sonra duvarın sağındaydım. Yine ilk fırça darbesi ve onu izleyen fırça izleri. Çocuklar, kadınlar, erkekler, ırmaklar, dağlar, çiçekler. Duvar renklenmeye başladı yavaş yavaş. Sonra her iki taraftan yollar çizdim duvarın ortasına doğru. Henüz kimsenin ayak basmadığı tozlu yollardı bunlar. Birdenbire boya kokusundan uyuşmuş zihnim tel örgüler çekmemi istedi yolların sonuna. Bu isteği ellerim emir kabul ettiler. Tel örgüleri çektim yolların sonuna boydan boya. Ayırdım sağımdaki kardeşleri, sevenleri solumdaki kardeşlerinden, sevdiklerinden. Dikenlerini ekledim eksik kalmış tellerin üzerlerine. Tüm çizdiğim insanların kanlarını akıtsınlar diye. Yetmedi. Dikenli tellerin arasına mayınlar yerleştirdim.

“Allah’ım şu uyuşmuş zihnimi patlatmak istiyorum bu mayınlarla.”

Olmadı. Zihnim mayınların üzerinde dolaşmasına rağmen patlamadı.
Ben zihnimi patlatmaya uğraşırken iki çocuk belirdi tellerin iki yanında. Benim fırçamın renkleri yoktu üzerlerinde. İlk adımlarını attılar hiç ayak basılmamış yollara. Birbirlerine doğru, tellere doğru yürümeye başladılar. Onları durdurmak için her şeyi yaptım. Çizdiğim tüm engelleri bir bir aştılar. Dikenli tellere ulaştılar. Tellerden öteye geçemezler diye düşündüm. Dikenler izin vermezdi onlara. Yanıldım. Ellerini, yüzlerini yırtan dikenli tellere aldırmadan geçtiler öteki tarafa. Mayınlı alana. “Yürümeyin daha fazla, ölmek mi istiyorsunuz?” diye bağırdım duvara doğru. Duymadılar beni. Son bir hamlede bulundum. Çizdiğim mayınları çıkarmaya çalıştım topraktan. Çıkaramadım. Çizdiklerimi değiştirmekten acizdim. Çizgiler fazlasıyla anlamsızdılar. Çizgiler fazlasıyla gerçektiler.
“Gitmeyin daha fazla. Durun artık.” diye bağırdım ağlayarak. Korktuğum başıma geldi. Birbirlerine gülücükler atan bu iki küçük kardeşin sesleri, kahpe bir kahkahada kayboldu. Kan aktı oluk oluk duvardan üzerime. Tüm parçalanmış fırça darbeleri bir bir savruldu yüzüme. Hiç ağlamadığım kadar ağladım. Artık karanlıklar gizlesin gözyaşlarımı.



Gözlerimin içi ışıkla doldu. Annem elindeki feneri gözümün içine doğru tutmuştu. Gözyaşlarım ışığı görünce tavan arasında yaşayan böcekler gibi sağa sola kaçıştılar.

-Neyin var, ne oldu?
-Hiç…
-Hiç mi? Nasıl hiç? Avazın çıktığı kadar bağırdın biraz önce.
-Bir şey yok... Böcek gördüm galiba.
-Babana o kadar söyledim tavan arasını ilaçlasın diye ama nerdeee!..Neyse korkma artık.Dur dur.O üzerindeki kırmızılık ne öyle?Eh be oğlum tüm boyayı üzerine mi döktün? Aşağıya in de üzerini değiştir. Hem yemek de hazır. Hadi bekliyorum. Oyalanma.

Usulca indi merdivenlerden. Gözlerimin içi siyahla doldu. Bir fısıltı işitildi tavan arasında o an:

-Boya değil o, kan.

LÜTFEN

“Birazdan kıyamet başlayacak.Lütfen..”
Şair böyle yalvardı kıyamet gününün sahibine.
Gök gürledi.Sûr’un sesini henüz duymamış olanlar İsrafil'in nefesi zannettiler işittiklerini.Korktular.Bir an tüm günahlar dile geldi.Gök yağmaya başladı sanki o an ve damlalar örttü korkuların üzerini.Yağmur öyle şiddetli yağdı ki güneşin tüm sarılığını aldı üzerinden.Griye çevirdi dünyayı.Gök gürlediğinde korkudan yorganının altına saklanan çocuk,yağmurun yağmasıyla filiz verdi adeta.Çıktı yorganın altından.Açtı pencereyi.Elini uzattı yağmura.Tenine düşen her damla kahkahaya dönüştü semada.Yağmuru yağdıran daha fazla kahkaha duymak ister gibiydi.Kesmedi damlalarını.Çocuk da açtı avuçlarını dua eder gibi ve “teşekkür etti” damlaların sahibine.Bir süre sonra yağmur durdu.Bir toprak kokusu sardı etrafı.Büyük nimet!Her zaman bulunmazdı toprak kokusu taşlaşmış şehirlerde.Çocuk belki o an farkında olmadan çekti içine bu büyük nimeti.Büyüdüğünde fazlaca hissedecekti yokluğunu toprak kokusunun.Güneş griyi sevmedi fazla.Gösterdi bulutların ardından sarısını tekrar.Çocuk güneşin tüm renklerini gördü gökkuşağında.Yine bir kahkaha…
İstemez miydik çocuk olmayı sûr üflendiğinde?İstemez miydik çocuk kadar günahsız olmayı gök yarıldığında?Önce korkardık belki ama sonra kahkahalarımız yankılanırdı sonsuzlukta.
“Allah’ım birazdan kıyamet başlayacak.Lütfen...”

                                                                                                                               (Yolcu Dergisi/Sayı:55)

BAHAR

Onu ilk gören dalgalar oldu.Bir anda sakinleşti deniz.Fark etmedi dalgaların kendisini izlediğini.Yürümeye devam etti.O yürüdükçe kum tanecikleri dolandılar ayaklarına.Desenler yaptılar parmaklarına.Birden durdu.Daha fazla yürümedi.Eğildi.Bir çakıl taşı aldı eline.Fırlattı tüm gücüyle denize.Sonra bir tane daha aldı ama atmadı bu sefer onu maviye.Denize atarak bitiremeyeceğini anladı çakıl taşlarını.Oturdu çakıl taşlarının arasına.Uzattı ayaklarını yeni yeni soğuyan kumun üzerine.Hafifçe esen rüzgâr parmaklarındaki desenlere farklı şekiller verirken, arkasındaki ağaçlar sırtlarını döndüler rüzgâra. Bu beklenmedik tepki hiddetlendirdi rüzgârı. Esip gürledi. Bir süre sonra rüzgâr, anladı ağaçların yüzlerini kendisine döndüremeyeceğini. Dinginleşti.
Güneş ufukta kaybolup başka diyarları ısıtmaya giderken gördü uzaklardaki kızıllığı.Tam bu esnada deniz tüm mavisini gösterdi ona. O da kayıtsız kalmadı gördükleri karşısında.Yavaşça kalktı oturduğu yerden.Yürümeye başladı denize doğru.Uzattı ayaklarını maviye.Gülümsedi.Dalgalar daha fazla uslu duramadılar bu gülümseme karşısında.Sardılar ayaklarını bir anda.Aldırmadı dalgalara.Bir adım attı maviye sonra bir adım daha ve bir adım daha…
O ilerledikçe beyaz tenindeki tüm renkleri emdi deniz.Mavisi etkileyiciydi.Deniz de farkındaydı bunun.En çok da mavisini emdi kıskanarak.Bir adım daha attı ve kayboldu mavinin içinde.Koştum ardından.Avazım çıktığı kadar bağırdım.Sonra anladım geri getiremeyeceğimi onu.Bu kez ben oturdum çakıl taşlarının arasına. “Hoşçakal bahar” dedim ardından sessizce. “Maviliklerden çıkıp sararmış yaprakların üzerinde kuruyacağın güne dek hoşçakal.Sonbahar’a kadar hoşçakal.”

GÜFTE...

“Bir sabah çıksam kaybolsam,
dönmesem kalsam anılarda…”



Ansızın zihnimde belirip dilimden düşmeyen şarkı sözlerini kaç defadır tekrarlıyorum bilmiyorum. Her tekrardan sonra etrafıma bakıyorum sözler gerçeğe dönüşmüş mü diye. Ama her tekrar nafile bir çabadan öteye geçmiyor. Hala şimdiki zamanı yaşıyorum. Şimdiki zamanı yani büyük olduğumuz zamanı.Oysa “her sabah bir dev masalında uyanınca hep çocuk kalmak, kurtulmak” oldukça heyecanlı olabilirdi.Olmuştu da zamanında.Hep bir dev bulmuştuk kendimize ve o devin masalından nefessiz kalana dek kaçmıştık.Bir fasulye sırığıydı kurtarıcımız çoğu zaman.Dev bizi yakalayamadığı sürece kahkahalar atmıştık.Yakaladığında ise en tiz sesimizle bağırmıştık hatta ağlamıştık.Şimdi o devin hiç olmadığını öğretmişti hayat bizlere ve üzülmüştük hepimiz o hiç olmayanın ardından.

Bir silüetten farklıydı karşımızdaki insanların yüzleri bir zamanlar."Şerife'nin oğlu değil misin sen?"diye soran teyzeler, yüzündeki tüm yaşam çizgilerini ellerimle yeniden çizdiğim o güler yüzlü nine ne kadar gerçektiler!.. Şimdiki zamanda ise karşımdaki yüzler sanallaşmış. Gölgede kalmış her bir çehre. Yaşam çizgilerine dokunmak mı? Dalga mı geçiyorsun?

“Kar yağıyor bu gece öyle beyaz ki şehir” ve ben kardan adam yapmak için iniyorum sokağa. Tüm günahlarından arınmaya çalışan bir günahkâr gibi yüzleşmiş bütün hatalarıyla şehir. Bu yüzleşme tüm karı eritmiş sokaklardaki ve kar suyu götürmeye başlamış tüm yalvarışları, yakarışları sessizce. Kardan adam yapmak için daha günahsız bir köşe bulmam gerek. Buluyorum da. Kocaman bir kardan adam yapıyorum hemen. Gözlerini kömürden, burnunu havuçtan yapıyorum. Hep öyle yapardık geçmişte babamla. Bir bere takıyorum başına bir de atkı doluyorum boynuna kardan adamın. Gülümsemesi için ne varsa yapıyorum işte. O da gülümsüyor en çocuksu haliyle sonunda bana. Ayrılma vakti geliyor kardan adamdan ve ben küçük adımlarla uzaklaşıyorum yanından beyaz anılarımın. Sabah uyanıyorum. İniyorum aşağıya, kardan adamın yanına. Şaşırıyorum önce gördüklerim karşısında sonra şaşkınlık yerini üzüntüye bırakıyor insafsızca. Ne kömürü kalmış gözlerinde ne de havuç bırakmışlar burnunda kardan adamın. Bereyi de atkıyı da çok görmüşler. Yetmemiş gövdesini de tekmelemişler. Bir sürü ayak izi var üzerinde. Anılarıma zaten yerin yok ama bir kardan adama dahi yerin yok mu ey koca şehir?

“Anlamak bir ömür sürer, hayat niye kirlenir.” Şarkı her dilime dolandığında bilerek tekrar etmiyorum bu kısmını sözlerin. Ama her seferinde etten kemikten birisine dönüşen sözler bunlar oluyorlar. Ne dedin kardan adam? Evet evet haklı olabilirsin. Belki de bu yanlış bir leylâydı bizim için.

BİR KUMANDANIN TUŞU OLMAK

-Digitürk olmasaydı,hayatınız nasıl olurdu? -Kapkaranlık olurdu herhalde. 
-Digitürk'ten önce hayatınız nasıldı? -Bilmem,var mıydı ki


-Neredeyim ben? 
-Sanal dünyaya hoş geldiniz beyefendi.
-Ne?Sanal dünya mı?
-Evet.
-Karıştırıyor olmayasın?Gerçek dünya olmasın?Gerçek dünyaya hoşgeldiniz olmasın o?
-… 
-Matrix değil mi? 
-Hayır beyefendi Matrix değil.Digitürk.
-Digitürk mü?
-Evet.Digitürk yani mutlu,mesut ailemiz.Aramıza hoşgeldiniz beyefendi.Karanlıktan kurtulmuş olanların arasına.Başka bir hayatı düşünemeyenlerin arasına hoş geldiniz. 

Her yanı televizyon ekranları ile kaplanmış bir odanın içindeyim.Oturduğum yerin tam karşısında baba,anne ve küçük bir kız çocuğundan oluşan aile bireyleri oturuyor.Çekirdek aile.Kırmızı bir koltuğun üzerinde oturuyorlar.Karşılarında çekici bir kadın var.Sorular soruyor aileye bu çekici kadın.Anne ve çocuğun sesi çok çıkmıyor.Sevdikleri programları söylüyorlar,o kadar.Anlamsız bir gülümseme var yüzlerinde.Genellikle baba konuşuyor.Ağzı kulaklarında babanın.Diğerlerinin anlamsız gülümsemesi onun suratında sırıtma şeklinde tecelli ediyor.Bir hipnoz hali yaşıyor.Sürekli birşeyler söylüyor.Digitürk’süz hayatın karanlık olacağını söylüyor en sonunda. 
“Nasıl yani?” diye soruyorum kendime.Afallıyorum,aptallaşıyorum.Bir türlü anlamlandıramıyorum bu söylediklerini babanın. 
"Digitürkten önce hayatınız nasıldı?" diye bir soru soruluyor babaya.Cevap bu sefer ürkütüyor beni. 
“Bilmem,var mıydı ki?” 

Soruları soran çekici kadın elindeki kağıda bir imza atıyor.Aile heyecanla bu sanal dünyaya kabul edildiklerini duymak istiyor. 

-Artık sizler sanal dünya ailesinin birer ferdisiniz.Tekrar hoş geldiniz. 

Herkes mutlu,mesut.Sıra sanal dünyanın isimlerini almaya geliyor.Sanal dünyada herkes kumandanın bir tuşunu isim olarak kullanıyor.Kendileri bir seçim yapamadıkları için kadın yardımcı oluyor tuş seçiminde aileye.Babaya ses yükseltme tuşu (volume up),anneye rehber tuşu(guide),küçük kıza ise sesiz (mute) tuşu veriliyor.Ne kadar da sevindiler. 

O garip,kırmızı koltuğa bu sefer ben oturuyorum.Karşımdaki kadın sorularını sormaya başlıyor.Cevap veremiyorum. 
”Bir hipnoz hali de ben mi yaşıyorum acaba?Bir koltuk ve bir televizyon ekranı beni hep cezbetmiştir zaten."O sormaya devam ediyor,ben ise cevaplamamaya.Sonunda benden ümidi kesiyor ve soru sormaktan vazgeçiyor.Elindeki kağıda imzasını atıyor.“Artık siz de sanal dünyanın bir ferdisiniz.Tekrar hoşgeldiniz.”diyor az önceki aileye dediği gibi. 

O anda sorulan tüm soruların anlamsız formaliteler olduğunu anlıyorum.Herşey zaten önceden kurgulanmış.Siz ne yaparsanız yapın her halükarda bu dünyaya kabul ediliyorsunuz.Reddedilme olasılığınız neredeyse yok. 

Sıra yeni ismim olacak kumanda tuşuna geliyor.Biraz önce hiçbir soruya cevap veremeyen ben, bu sefer bir soru yöneltiyorum karşımdaki kadına.Sorudan çok bir istek bu:

- Tuşu ben seçebilir miyim? 
-Tabiki.Hangi tuş olmak istiyorsunuz? 
-Kapatma tuşu (power off) olmak istiyorum. 
 Bir kahkaha atıyor kadın.Suzan Avcı’yı görüyorum sanki karşımda.Yeşilçam’ın kötü kadınını.En itici ses tonuyla cevap veriyor isteğime: 
-Maalesef öyle bir tuşumuz yok.. 

Orwell,Zamyatin,Huxley.Size sesleniyorum.Eğer beni duyuyorsanız,aranızdan birisi çıksın ve şu televizyonu kapatsın lütfen!

EL NAKBA

-Anne bugün günlerden ne?
-Perşembe oğlum.
-Yok öyle değil.Ayın kaçı, ayın kaçı?
-13 Mayıs, seni çok bilmiş.

-Anne bugün de anneler günü mü?
-Bugün anneler günü değil yavrum. Ne zamandı anneler günü? Hani “Anne” diye koşup atlamıştın kucağıma. Sonra kocaman öpmüştün beni. "Anneler günün kutlu olsun anneciğim!" demiştin. İşte o zaman anneler günüydü. Yani 21 Mart. Hatırladın mı?

Çocuk kafasını evet manasında salladı. Sonra aniden kalktı oturduğu yerden. Annesine doğru koştu. Atlayıverdi annesinin kucağına. Kocaman bir öpücük bıraktı annesinin yanağına. Anne şaşırdı.

“Bugün de anneler günü olsun. Her gün anneler günü olsun. Ben seni hep kocaman öpmek istiyorum.”

Anne gülümsedi. "Beni kocaman öpmek için anneler gününü beklemene gerek yok yavrum." Dedi.
Kocaman bir öpücük de o kondurdu yavrusunun küçücük yanağına.
Hiç ayrılmayacaklarmış gibi sarıldılar birbirlerine. Tarih 13 Mayıs 1948’di.

14 Mayıs 1948. İkindi vakti. Anne çocuğunun mis kokusunu içine çekti. Belki çocuğunun kokusunu son kez çekiyordu içine. Büyük bir bela vardı artık başlarında. Toprakları üzerinde başka birileri vardı artık. Nefret dolu birileri. Ertesi gün yani 15 Mayıs 1948 “El nakba”ydı bundan böyle. Felaket günü.

Köyler, kasabalar boşaltıldı. Yanık kokusu yayıldı her bir köşesinden Filistin’in. Binlerce Filistinli sürüldü topraklarından. Kadınlar, çocuklar yollardaydı. Mülteciydiler artık.
Anne ve çocuk da yollardaydı. Sürgün edilmişlerdi. Gazze’ydi artık nefes almaya çalıştıkları yer. Gözleri yaşlıydı ama hala sımsıkı sarılıyorlardı birbirlerine. Hala mis gibi kokuyordu çocuk ve anne yine koklayarak sığdırdı içine yavrusunu. Ne de iyi gelmişti o yanık kokularının içinde bu mis kokusu.

Bir 21 Mart günü geldi yine işgal altındaki memlekete. Anneler günüydü 21 Mart Filistin’de. Kanlar içinde bir kadın vardı yerde. Bir de çocuk vardı yanında. Çocuk sımsıkı sarıldı kadına. Kocaman bir öpücük kondurdu yerdeki anasının yanağına. Ağlamak geldi içinden. Ağlardı tüm çocuklar bu durumda. Yapamadı. Gözünden yaş yerine kan akan çocuklardı artık onlar. Gözyaşını bile özleyen çocuklardılar.

Tarih 12 Mayıs 2009. ‘El Nakba’ ya üç gün kaldı.
Filistin’de hala gözlerinden yaş yerine kan akan çocuklar var. Çocuklarının kokusunu bilmeyen analar var.
TRTTÜRK muhabirinin Bağdat için söyledikleri Filistin için de geçerli.
Filistin de hala çok güzel. O da tıpkı Bağdat gibi sadece dizleri üzerine çökmüş ve kollarından tutup kendisini ayağa kaldıracak kardeşlerini bekliyor.

YİNE GELİN,HEP GELİN



Üçer beşer atlayarak indim merdivenin basamaklarını.
“Gelmiş,inanmazsan git odasına bak” dediler.İnanmadım.İnanamadım.Uçar gibi gittim odasının kapısına.
Nihayet kapısının önündeydim. Kapı kolundaydı elim. Yavaşça indirdim kolu aşağıya doğru.Kapı kilitli değildi.Meraklı ama bir o kadar da korkak küçük bir çocuk gibi uzattım kafamı açılan kapının ardından içeriye doğru. Hiçbir şey göremedim.Gözlerimi neden yumdum ki?

“Açsana gözlerini çocuk” dedi çok tanıdık bir ses. Çok tanıdık ama unutur gibi olduğum bir ses.Yavaşça açtım gözlerimi.Orada, tam karşımda oturuyordu.Elinde yine o büyük bir kısmı küle dönmüş olan sigarası vardı.Gözlükleri, beyazlaşmış saçları…Karşımdaydı.Gözyaşlarımın kontrolsüzlüğü içinde kapının eşiğinde durdum. Kıpırdayamadım.

Kıpırdayan o oldu. Oturduğu yerden kalktı.Yanıma yaklaştı.Tam karşımda durdu.Gülümsedi. Titrediğimi hissettim. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlayarak sımsıkı sarıldım çok özlediğime. En son bir fotoğrafına sarılmıştım. Fotoğraf ne kadar gerçekse o kadar sarılmıştım işte. Bu sefer üzerine sinmiş sigara kokusunu çektim içime. İzmariti kalıncaya kadar çektim.Gerçekti herşey. Fotoğraf gibi değildi. Dilim tutuldu sanki. Hırıltılı bir ses çıkarttım.Hem nefes almak hem de ağlamak zordu. Ne çok aktınız gözyaşlarım, durun artık!..

“Yine gidecek misiniz, hocam?” diyebildim sadece.
“Evet çocuk, gideceğim.” dedi. Cebinden sigara paketini çıkarttı. Bir sigara daha yaktı. Hiç değişmemişti.
“Gitmeseniz olmaz mı?”
Gülümsedi. Nasıl özlemiştim gülümsemesini. Hiçbir şey söylemedi.Ben gözlerimi ayırmadım üzerinden. Sadece bir daha gitmesin istedim. Biliyordum , o an yaşadıklarım ne kadar hayal ise gidecek olması da bir o kadar gerçekti.Gerçek olan kaderdi ve biz iman etmiştik kadere.Gerisi anlamsızdı.

“Acıktım çocuk. Hadi cik cik yap,yiyelim.”

Cik cik…Yağda yumurtanın diğer adı.Gülümsedim.Cik cik demeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu yağda yumurtaya.Özlemiştim.

“Hemen hazırlıyorum hocam” dedim. Mutfağa doğru koştum.


“Hocam her şey hazır, buyurun” diye seslendim mutfaktan birkaç dakika sonra.Hiçbir ses gelmedi.Odasına doğru koştum.Gözlerimi yummadan girdim bu kez içeri.

Gitmişti.

Yaktığı sigarası masanın üzerindeydi.Bitirmeden gitmişti.Hiç dokunmadım sigaraya.Sönene kadar bekledim.Dumanını izledim.Sonra kapattım odasının kapısını.Tüm yaşananları,özlemleri aldım yanıma.Hiçbir şey bırakmadım odaya.Bir tek kapının anahtarını bıraktım üzerinde.

Siz yine gelin,hep gelin diye…