BURAYA BAKARLAR



Bugün yine annemle konuştum. Artık yaşın geldi, diye başladı sözlerine. Her geçen saniye yaşlanıyorum anne ve her geçen saniye yaşım birşeyler için gelmiş oluyor, dedim yaramaz bir çocuk gibi cümlesini bitirmesine izin vermeyerek. Gözlerimin içine baktı. Deli çocuk, dedi ve gülümsedi. Bunu nasıl beceriyorsun?, diye sordum. Meraklanmıştı. Sordu: Neyi? Gülümserken, dedim, nasıl toprak kokusu yayabiliyorsun etrafına? Gülümsedi yine. Yanakları al al olmuştu. Utanmıştı. Eliyle saçımı okşadı. Ne de beyazdı elleri! Artık yaşın geldi, dedi bir kez daha. Evlensen, yuvanı kursan kötü mü olur?, diye getirdi sonunu başlangıcın. Ah, dedim, anacım ah, ben de isterim evleneyim, yuva kurayım ama öyle ol deyince olmuyor ki bu işler. Önce birini sevmek lazım. Çok sevmek lazım. Sonra onun da seni sevmesi lazım. Çok sevmesi lazım. Hadi diyelim sevdik birbirimizi hem de çok sevdik, iş mevzusu ne olacak peki? Demem o ki anne, bir de ev geçindirebilecek kadar para kazanacağım bir iş bulmam lazım. Asgari ücretle ev geçindirebilecek kadar iktisat bilmiyorum ki ben. Ha, bir de anlatması kolay olan bir iş bulmam gerek. Bakma öyle, ciddiyim. Şimdi olsa, babası ne iş yapıyorsun?, diye sorsa nasıl anlatayım ben yaptığım işi. Efendim şimdi, reklam panoları var ya tüm caddeleri, sokakları süsleyen. Boş olanlarında bile “Buraya bakarlar” yazan yüzyılın icatlarından bahsediyorum. Bildiniz? (Adam burada boş boş suratıma bakacak ve istemdışı da olsa evet anlamında başını sallayacak) İşte efendim ben o reklam panolarına afişleri asan kişiyim, desem babası, ben de böyle böyle/şöyle şöyle adama kız yok, demez mi?
Cevap vermedi annem. Odamın penceresini tıklatan yağmur damlalarını izlemekle yetindi. Birden, korkma, dedi, sen hele bir niyetlen, Allah yuva kurana yardım eder.
/
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey tavanda gezinen kocaman kara bir sinekti. Gözlerimi yumdum. Tekrar açtım. Sinek hâlâ kocamandı, karaydı ve tavanda bir o yana bir bu yana dolanıp duruyordu. Pencerelere sineklikleri takmak lazım artık, diye geçirdim içimden. Yatağımın başucunda duran saat çalmak için bir iki öksürdü ve sonunda alarm verdi. El hareketlerinin en etkilisini yaptım ve çalar saati susturdum. Annem, hadi oğlum kalk, dediğinde onu susturmak içinse, beş dakika daha uyuyayım nolur, derdim. Sesini çıkarmazdı. Tam beş dakika sonra gelirdi yanıma tekrar ve üşenmeden bir kez daha aynı sahneyi çekerdik el birliğiyle. Annem öleli iki yıl olmuştu. Özlüyordum. O da inadına kendini özletip duruyordu. Başlarda sık sık geldiği rüyalarıma artık arada bir geliyordu. Olsundu. Arada bir de olsa gelip benimle konuşuyor, saçlarımı okşuyor, bir de dayanamayıp nasihat veriyordu ya, yeterdi bana. Geçen geldiğinde, okuluna devam etsen, demişti giderayak. Ben de ilk iş, gidip açık liseye kaydolmuştum.(Matematik ile başım belada) Şimdiyse, evlen, diyor, bir yuvan olsun, eşin, çocukların olsun. Hay Allah!
Evden dışarı adımımı attığımda yağmurun gerçekten yağmış olduğunu fark ettim. Yollar ıslanmıştı. Yağmur suları mazgallara gitmek yerine apartman kapılarına dayanmayı daha uygun görmüşlerdi. Burnuma bir koku geliyordu ama toprak kokusu değildi. Taş kokusu diye bir şey var mıydı? İş yerine gitmek için otobüs durağına doğru yürümeye başlamışken telefonum çaldı. Arayan Cengiz’di. İşyerine gitmeme gerek olmadığını, İsmail abiyle yola çıktıklarını, evimin bir kaç sokak aşağısındaki panolara afişlerin asılacağını söyledi. Adresi verdi. Oraya gel sen en iyisi, dedi kapatmadan telefonu bir de. Sevinçle yönümü değiştirdim. Otobüs işkencesinden şimdilik kurtulmuştum. Aheste adımlarla Cengiz’in verdiği adrese doğru yürümeye başladım. Panoların olduğu sokağa vardığımda Cengiz ve İsmail abi henüz gelmemişlerdi. Bir sigara yaktım ve beklemeye koyuldum. Sigaramdan son bir nefes alıp izmariti evimi talan eden o adi böceği ezdiğim gibi ezdiğimde bir korna sesiyle irkildim. Gelmişlerdi. Cengiz bana selamı çakar çakmaz malzemeleri indirmek için arabanın bagajına yöneldi. İsmail abiyle selamlaştık. Cengiz’e yardım etmek için ben de arabanın arkasına doğru hareketlendim. İsmail abi bir sigara yaktı. Malzemeleri indirdik. Cengiz’le birer sigara da biz yaktık. “Vira bismillah” dedik ve başladık içi boş panoları doldurmaya. Elimdeki reklam kağıdı dört büyük parçaya ayrılmıştı. Fırçayı yanımdaki içi yapışkan garip bir sıvıyla dolu olan kovaya daldırdım. Önce ilk kağıdı yapıştıracağım yeri bir güzel fırçaladım. Sonra ilk parçayı aldım ve panoya yerleştirdim. Sonra ikinci parça geldi, üçüncü parça ve dördüncü parça. İş bittiğinde ellerimle belimi tutup doğruldum. Sigaram, yolu dudaklarıma çıkan uzun, ince külden bir patikaya dönüşmüştü. “Bu ne lan böyle,” dedim panoya bakarak. Üstüm başım kül revan içinde kaldı. Cengiz elindeki fırçayı bırakıp yanıma geldi. İsmail abi beni duymamış gibiydi. Cengiz okumaya başladı:
” YALNIZLIK ALLAH’A MAHSUSTUR.
Gecenin karanlığında şehrin tüm yalnızlarıyla Yalnızlar Rıhtımı’nda buluşuyoruz.”
Bir de telefon numarası okudu Cengiz. Memleketi kurtardığı sohbetlerde oynadığı bilirkişi rolüne büründü ve tok bir sesle:
“Kesin tarikat abi bunlar. Yarabbim ne günlere kaldık. Tarikatlar reklam verir oldular,” dedi.
” Lan Cengiz, lan Cengiz. İçinde Allah lafzı geçiyor diye illa tarikat mı olması gerekiyor, manyak manyak konuşuyorsun yine. Hem tarikat olsalar n’olcak?” (Lafız kelimesini geçen gün televizyonda duymuştum. Anlamını öğrenmiştim ve sonunda cümle içinde kullandım. Mutluydum.)
Cengiz kelime dağarcığımdaki gelişmeyi es geçti:
“Abi bak buraya yazıyorum, bunlar vücutlarına şiş sokuyorlardır, kesin.”
“Cengiz var ya, malsın oğlum sen, valla. Bi yürü git lan, saçma sapan konuşma.”
Cengiz bir şey demedi. İşinin başına döndü. Ben de üzerine gitmek istemedim daha fazla. İsmail abi bizimle aynı zaman dilimini paylaşmıyor gibiydi. Ne dönüp yüzümüze baktı ne de bir iki kelam etti tarikatlar ve yalnızlar rıhtımı hakkında. İşini büyük bir ciddiyetle yapıyor gibiydi. Sert bakışlarını bir panoya bir kovaya yöneltiyordu. Mizacı eskiden de sertti, ciddiydi. Ancak konuşurdu. Şimdiyse bir “merhaba” demek bile sıkıyor onu, boğuyor. Zorla söylüyor. Geçen sene karısını ve oğlunu kaybetti. Soba zehirlenmesi. Bu devirde soba mı kaldı, her yerde doğalgaz var demeyin. İsmail abilerin mahallesine daha doğalgaz boruları bile gelmedi. Ne zaman gelir bilinmez. Belki önümüzdeki seçimlere. Ama karısı ve oğlu gelmez artık. O da biliyor bunu. O günden sonra küstü hayata. Bir süre işe gelmedi. Kendine birşey yapmasından korktuk. Yalnız bırakmamaya çalıştık. Sonunda bir sabah geri döndü işinin başına. Tek bir farkla: Ölü bir adam olarak. Artık sadece sigarasını yakıyor ve elindeki işi yapıyor. Ne konuşuyor, ne de gülümsüyor. Ağlamıyor bile.
İsmail abi son kağıt parçasını da yerleştirdi panoya:
“MUTSUZ MUSUNUZ?
DERT ETMEYİN! MUTSUZLUĞUNUZU ALIYORUZ, YERİNE GIPGICIR SONSUZ BİR MUTLULUK VERİYORUZ”
Cengiz’le göz göze geliyoruz. Telefon numarasına ses veriyor bir kez daha.
“Çok saçma abi, bu çok saçma,” diyor ardından. “Biz salak mıyız? Sonsuz mutluluk olur mu hiç!”
İsmail abi gözünü ayırmıyor panodan. Sonra toparlıyor kendini ve diğer panolara doğru ufak adımlar atıyor. Cengiz’e sesleniyorum:
“Hadi bitir de bakalım senin bahtına ne çıkmış?”
Cengiz işe başladığından beri ilk kez bu kadar istekli çalışıyor. Kalan iki kağıdı da yapıştırıyor panoya.
“Tutunamayanlar”
“O ne lan?”
“Kitap galiba abi. Tüm kitapçılarda, yazmışlar.”
Bıyıklı, yakışıklı bir abi bize doğru bakıyor reklam panosundan. Adı Oğuz Atay’mış. Öyle yazıyor kitabın üzerinde. Cengiz kendisine nispeten normal bir reklam geldiği için bozuluyor ama belli etmemeye çalışıyor:
“Bugün ilk iş bu kitabı alıp okumaya koyuluyorum. Bence sizin reklamlardan sonra bunun bana çıkması… Bir anlamı olmalı. Belki de bir mesajdır.”
“Allah iyiliğini versin Cengiz,” diyorum. Gülüşüyoruz. Ama Cengiz’e hak veriyorum. Ben de bu kitabı alıp okuyacağım. Bu olanlardan sonra çaresi yok. Ayrıca ne zamandır bu işte çalışıyorum ilk kez bir kitabı koca reklam panosunda gördüm. Başlı başına garip. Başlı başına merak uyandırıcı.
Aradan iki saat geçti. Elimizdeki işi bitirdik. Dinlenmeye koyulduk. Cengiz mahallenin bakkalına uğradı. Peynir, domates, ekmek almış. Bir de meyve suyu. Şeftali aromalı. Oturduk bir gölge köşeye karnımızı doyurduk. Bu arada yalnızlar rıhtımının numarasını zihnimden cep telefonuma aktardım. Meraklandım bir kere. Öyle dindar bir adam değilim ancak içinde Allah lafzı geçtiği için sempati de duydum, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca şehrin belki de en yalnız adamı benim. Hem ne bileyim işte, belki birisiyle tanışırım, hayatım değişir, evlenirim, çoluk çocuğa karışırım. Annem de mutlu olur o zaman. Ulan neler düşünüyorsun be. Yavaş biraz yavaş. Hayal kurmaya başlayınca iyice zıvanadan çıkıyorsun. Cengiz’in yanında ararsam kesin dalga geçer benimle, dilinden kurtulamam. Eve gittiğimde arayacağım ama kafaya koydum. Bakalım ne çıkacak karşıma. İçim şimdiden kıpır kıpır.
İsmail abi telefonunu karıştırıyor. Bir yandan da elindeki domatesi ısırıyor. Cengiz meyve suyunu yudumluyor. İsmail abi bir süre sonra ayaklanıyor. Arabaya doğru yürümeye başlıyor. Biz de topluyoruz çilingir sofrasını, düşüyoruz peşine. İstikamet iş yeri, ileri. Bir kaç parti malzeme daha yükleniyoruz iş yerinden. Akşama kadar o mahalle senin bu mahalle benim dolaşıyoruz. Akşama vardığımızda adım attığımız her mahalleye bir tane yalnızlar rıhtımı reklamı ve bir tane de mutluluk dağıtan reklamdan bırakmış oluyoruz. Her mahalleye birer tane. Fazla değil. Akşam olunca dağılıyoruz evlere. Günün tüm yorgunluğuyla beraber otobüse biniyorum. Oturacak yer bulduğum için kendimi şanslı addediyorum. Otobüs yavaş yavaş ilerliyor. Yanımdaki adamın kulaklığından etrafa “Şiki şiki baba” şarkısı yayılıyor. Adamın elindeki iddaa kuponuna bakıyorum önce. Göz göze geliyoruz ardından. “Kardeşim, Şaban tutturuyor da biz niye tutturmayalım,” diyecek diye korkuyorum. Kafamı çeviriyorum. Uyumaya çalışıyorum.
Eve vardığımda yorgunluğumun ince, narin elleriyle göz kapaklarımı nazikçe kapatmasına izin vermedim ve telefonuma sarıldım. Yalnızlar rıhtımını aradım. Karşıdan gelen ses bir kadına aitti. “Merhaba,” dedim. “Ben, yalnızlar rıhtımı için aramıştım.” Kadın başka birşey söylememi beklemeden yeri ve zamanı belirtti. Teşekkür ettim şaşkınlıkla ve telefonu kapattım. Yalnızlar rıhtımı ile ilgili merak ettiğim tek şey zaman ya da mekan mıydı? Hayır, kesinlikle hayır. Ancak dilim tutulmuştu sanki. Tekrar aramayı da gözüm kesmedi. Gelecek hafta bugün nasıl olsa öğrenecektim ne olduğunu. Çok fazla kurcalamamalıyım, diye düşündüm. Hem artık daha fazla uykusuzluğa dayanamayacaktım. Sonunda yatağımın bir türlü ısınmayan o soğuk ellerine kendimi bıraktım.
/\
Sıradan bir hafta geride kalmıştı. Bugün büyük gündü. İş çıkışı eve uğradım, traş oldum, üzerimi değiştirdim, saçımı taradım, limon kolonyası süründüm ve koşar adımlarla evden dışarı çıktım. Kadının vermiş olduğu yalnızlar rıhtımı adresine ulaşmam için otobüse binmem sonra ondan inip başka bir tanesine daha binmem ve sonunda ondan da inip on beş dakika kadar yürümem gerekti. Yapmam gereken her şeyi harfiyen yerine getirdim. Sonunda yalnızlar rıhtımındaydım. Etrafıma göz attım. Burası Ankara’nın yapay göllerinden birinin rıhtımıydı. En azından Ankara için rıhtım sayılabilirdi. Yürümeye başladım. Rıhtımın sonuna yaklaştıkça kulağıma gelen notaların ezgisi tanıdık bir hâl alıyor, oturanların ellerindeki müzik aletleri belirginleşmeye başlıyordu. İyice yaklaştım ve usulca, merhaba, dedim. Müzik sesi kesildi. Hoşgeldin dostum, dedi aralarından biri. Yalnızlar rıhtımı?, diye sordum. Doğru yerdesin dostum otursana, diye cevap verdi aynı kişi. Yanına oturdum. Kafamdaki resme hiç uymamıştı gördüklerim. Büyük bir organizasyon olacağını düşünmüştüm hep. Bana hoşgeldin diyen kişi elinde bir gitar tutuyordu. Kendini ve diğerlerini tanıtmaya koyuldu:
” Adım Alper, dostum. Hemen şurada elinde keman bulunan arkadaşın adı Meneviş. Ayrıca telefonda görüştüğün kişi de kendisidir. Karşımızda oturan, saksafonuyla seni selamlayan kişiyse Cahit. Diğer arkadaşlar da senin gibi aramıza yeni katıldılar. Adlarını tam olarak öğrenemedim ama zaman böyle şeyler için birebirdir.”
Tanıttığı iki kişi ve kendisi dışında, oluşturduğumuz halkada on kişi vardı. Ben dahil. Öyle zannediyorum ki, kendisine “Ne ayaksınız oğlum siz” bakışı attığımdan dolayı bana bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. “Biz konservatuarda okuyoruz. Arada buraya gelir, oturur, müzik yapar, kafa dağıtırız. İnsanlar bizi dışarıdan izlerler ama hiç aramıza gelip oturmazlar. Bazıları, haklarını vermek lazım, para vermek için sokuluyorlar aramıza. Tabi kovuyoruz hepsini. Yalnızlar rıhtımı fikri Meneviş’ten çıktı. Bizi dışarıdan izlemeyecek kadar yalnız insanlara ulaşalım, dedi birgün. Dışarıdan izleyenler iki çeşittir dostum. Cesaretsizlikleri ile yalnızlıklarını geçiştirenler ve  gerçekten yalnız olmayanlar . Neyse, babasıyla konuştuk. Bir reklam ajansı var babasının. Bize bir limit verdi. Biz de afişi tasarladık ve limitimiz kadar bastırdık. Sonra internetten Ankara’daki sokakların, caddelerin isimlerini bulduk. Oradan rastgele seçtiğimiz sokak ve caddelere reklamların asılmasını istedik. Hepsi bu.”
İçimden, ulan sazan gibi atladık afişe, çoluk çocuğun maskarası olduk, diye geçirdim. Elbette bunları yeni tanıştığım bu insanlarla paylaşmayacaktım. Şöyle karşılık verdim:
“Aklımdan da geçmedi değil hani”
Giderek daha büyük bir yalancı oluyordum ve işin kötüsü yüzüm artık karanlıkta belli olacak kadar kızarmıyordu.
Peki, diye devam ettim, mutsuzluk, gıpgıcır sonsuz bir mutluluk ile ilgili olan afişi de mi siz hazırladınız?”
“Öyle bir afiş mi varmış yahu, süpermiş,” diye atıldı Meneviş.
“Hayır. Bizim alâkamız yok,” diye ekledi Alper.
Cahit saksafonuna hayat verdi dönen muhabbetten sıkıldığını belli edercesine. Çaldığı şarkıyı biliyordum. Cem Karaca bir yerlerde hepimiz için söylüyor olmalıydı: Deniz Üstü Köpürür.
Bu böyle devam etti. Şarkılar, türküler, muhabbet, gırgır, şamata. Zaman hızla akıp geçmişti. Son otobüsü kaçırmamak için ya şimdi kalkmalıydım ya da bir daha kalkmaya hiç niyetlenmemeliydim. Bana müsaade, dedim. Hiç itiraz gelmedi. Eyvallah dostum, güle güle, dedi Alper. Eyvallah, diye karşılık verdim. Meneviş gülümsedi. Ne de güzeldi gülümserken ve nefes alıp verirken! Ayağa kalkınca son bir konuşma yapma isteği duydum. Öksürerek sesimi hazır hale getirdim. “Dostlar, öncelikle hepinize teşekkür ederim. Çok eğlendim bugün. Yalnızlığımı unuttum. Sağ olun. Ayrıca gitar giren her mecliste yapılan en büyük hatayı, Akdeniz Akşamları’nı, çalmadığınız için de teşekkürler. Bir de, son olarak, afişinizde bir hata olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bize öyleymiş gibi gösterilmeye çalışılsa da Allah yalnız değildir dostlarım. O hepimizin dertlerini, tasalarını, sevinçlerini, hüzünlerini bilecek kadar bize yakındır. Yanımızdadır. Bizimledir. Yani bence bu böyledir.”
“Eyvallah,” dedi Cahit. Küçük adımlarla yalnızlar rıhtımından uzaklaşmaya başladım. Ardımdan Akdeniz Akşamları’nı çalmaya başladılar. Yüzümü rıhtıma doğru döndüm ve notalara takılan bir kahkaha patlattım.
//\
Ertesi gün telefonumun sesiyle uyandım. Arayan Cengiz’di. İsmail abiyi hastaneye kaldırmışlar, durumu kritikmiş, gel istersen, dedi. Hastanenin ismini söyledi. Alelacele hastaneye gittim. Cengiz’i buldum. Abi, dedi, neşterle boydan boya çizmişler vücudunu.
Ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim. Kim, neden yapsın böyle bir şeyi?, dedim sesimdeki kısılmayı konrol edemeyerek. Bu esnada iki polis memuru yanaştı yanımıza.
“Sadık Mert?”
“Buyrun”
“İsmail Kiraz olayıyla ilgili ifadenize başvuracağız. Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor.”
“Elbette,” dedim. Bu kez sesim titriyordu. Neden benim ifademi alıyorlardı ki? Cengiz’in ifadesini almışlar mıydı? İsmail abinin soyadı Kiraz mıydı gerçekten? Cengiz’e baktım. Hâlâ ağlıyordu. Bindik polis otosuna tuttuk emniyetin yolunu. İsmail abiyle ilgili bir takım sorular sordular. Hepsine dilim döndüğünce cevap verdim. Sonra ellerinde bir mektup olduğunu söylediler. İsmail abi bırakmış. Mektup size yazılmış Sadık bey, dedi alnı kırış kırış olmuş polis memuru. Şaşırmıştım. Haberim yok, diyebildim sadece.
Aynı polis memuru elindeki katlanmış kağıdı açtı ve okumaya başladı :
Sevgili Sadık,
Geçen haftaki afişi hatırlıyor musun? İşte o afiş benim hayatımı değiştirecek. Geçen hafta, o afişleri astığımız günün akşamı, sonsuz mutluluk vaadeden reklamın altındaki numarayı aradım. Ertesi gün için randevu aldım. Görüşmeyi otopark olarak kullanılan bir okul bahçesinde yaptık. Başımdan geçenleri anlattım. Karım ve çocuğumun ölümünden kendimi sorumlu tuttuğumu söyledim. Kaloriferli bir ev tutabilseydim…Neyse, bir senedir intihar etmeye çalıştığımı ama korktuğumu, bir türlü cesaret edemediğimi anlattım. Eğer sonsuz mutluluktan kastettikleri benim anladığım şeyse hemen istediğimi söyledim. Doğru anlamışım, sonsuz mutluluktan kasıtları ölümmüş. Acı çekerek ölmek istediğimi söyledim. Belki bu sayede ölürken de olsa içim biraz rahatlamış olur. Adamlar çok profesyonel çalışıyorlar. Beni hastane gibi bir yere götürdüler. Tepeden tırnağa incelendim. Hemofili hastalığım varmış. Kanım pıhtılaşmıyormuş yani aktıkça akıyormuş, durmuyormuş. Ne garip değil mi?Her an kan kaybından ölebilirmişim aslında. Neyse işte konuştuk, anlaştık. Aramızda kalsın epey tuzluya mal oldu bu bana. Ölmek ne zor şeymiş yahu. Haberim olmadığı birgün beni öldürecekler ve tüm ızdıraplarımdan kurtulacağım. Bunları neden yazıyorum, hiç bir fikrim yok. Belki de olanları bil istiyorum.Sen hep benim yanımda oldun Sadık, belki de sana borcumu böyle ödeyebileceğimi düşünüyorum. Bilemiyorum. Polisten önce bu mektubu bulursan, senden ricam onu yok etmen. Kiralık katil(ler)imi sevdim çünkü. Onlara bir kötülüğüm dokunsun istemem. Zaten onlardan gizli yazıyorum bunları. Bir öğrenseler kesin öldürürler beni..Son olarak, şunu herkes bilsin ki, kiralık intiharımdan kimse sorumlu değildir.
Sevgiler,
İsmail.
Nutkum tutulmuştu. Polisler, reklamdaki telefon numarasını bulduklarını ancak böyle bir numaranın kullanımda olmadığını söylediler. Afişlerin nerede, ne zaman basıldığıyla ilgili ise hiç bir ipucu yokmuş. Öyle dediler. Araştırıyoruz ancak İsmail beyin iyileşmesi olayın aydınlatılması için çok önemli, diye de ilave ettiler. Ben afişlerle ve onları astığımız günle alakalı bildiklerimi anlattım ve emniyetten ayrıldım. Dosdoğru hastaneye gittim. Cengiz meraklanmıştı. Soru üstüne soru sordu. Sonra konuşalım, dedim. Bitkindim. Sadece, kiralık katil tutmuş galiba, diyebildim. Yüzüme baktı. Gözlerindeki korkuyu okuyabiliyordum. Tam bir şey daha sormaya niyetlenmişti ki doktor çıktı ameliyathaneden. Hastanın yakınları sizler misiniz?, diye sordu. Evet, dedik Cengiz’le aynı anda. Hasta hastanemize geldiğinde çok fazla kan kaybetmişti. Müdahale ettik. Ancak kendisi hemofili hastası olduğu için kanamayı durduramadık maalesef. Hastayı kaybettik. Başınız sağ olsun, dedi doktor gözleri üzerimden yerdeki fayanslara doğru inerken. Cengiz ağlamaya başladı yeniden. Ben de koyvermiştim kendimi. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu.
Adli tıp, otopsi derken İsmail abiyi defnettik. Cenazedekileri toplasan bir elin parmaklarını geçmezdi. Cengiz, ben ve oturduğu mahalleden onu tanıyan bir kaç kişi. Haklar helal edildi, dualar okundu. İsmail abi sonsuz mutluluğuna kavuştu.
Tüm bu olanlar beni epeyce yıpratmıştı. Mahalleden tanıdığım sahaf bir abi vardı. Muhabbeti güzeldi. Onun yanına gittim. İçimde bir sıkıntı oldu mu hep onun yanına giderdim. Yeni çay demlemişti. Oturduk. Ona tüm olup biteni anlattım. Dertleştik. Konuşmak, anlatmak iyi gelmişti. Kafamı toplamaya başlamıştım:
“Tutunamayanlar var mı abi sende?”
“Olmaz mı hiç!” Ayağa kalktı. Oturduğum iskemlenin arkasında bulunan kitaplıktan kalın bir kitap çıkardı.
“Al bakalım. Hediyem olsun.”
Utana sıkıla kabul ettim hediyeyi. Müsaade istedim ve ayrıldım yanından. Sakarya caddesine doğru attım adımlarımı. Her cumartesi akşamı olduğu gibi horon tepen onlarca insan doldurmuştu meydanı. Tulumun sesi her yerden hoş geliyordu. Kemençe ve davul da katılmıştı çoktan cümbüşe. Aralarına girmeye cesaret edemedim. Bir köşeye oturdum ve tulumun nefesi kesilene kadar onları izledim. Bir de kendimi hayal ettim horon teperken. Bir iki küçük numara öğrensem hiç de fena değildim.
//\\
Aradan bir ay geçmişti. Polis, İsmail abinin ölümü ile ilgili iş yerindeki herkesi tekrar tekrar dinlemişti. Patron neredeyse her gün işe gelmeden önce emniyete uğruyordu. Belki de polisler ondan şüpheleniyorlardı, bilmiyorum. Ancak tüm bu çabalar boşuna gibiydi. Afişlerin bizim iş yerine nasıl ulaştığıyla ilgili ne bir kayıt bulunabilmişti ne de bir görüntü. Sonsuz mutluluk çetesi haddinden fazla profesyonel çalışmıştı anlaşılan. Böyle giderse dosya intihar denilip kapatılacaktı. Olay da zaten intihara meyilliydi. Aradan geçen bir ayda ben de boş durmadım. Cengiz’e gönderildiğini düşündüğümüz mesajı bulabilmek adına artık her gece yatmadan önce bir ritüeli gerçekleştirir gibi Tutunamayanlar’ı okuyordum. Belki de her şeyi çözecek (ne ise o her şey!) mesaj şu önümdeki bir kaç satırın arasına sıkıştırılmıştı, kimbilir. Yatağıma uzandım ve beş yüz elli yedinci sayfadan devam ettim okumaya:
“Bu duruma nasıl geldim? Neden bana yaşamasını öğretmediler?”
Rüyamda yine annemi gördüm o gece. Kafamı dizine koymuştum.
Anne, dedim, İsmail abi kendini öldürttü.
Anne, dedim, matematik sınavından geçmişim.
Anne, dedim, Meneviş ne de güzel…bir isimdir!
Kulağımda bebekliğimden kalma ninniler, annem saçımı okşuyor ve ben uykuya dalıyorum.

UÇ AYSTRONT UÇ


Yüz bir.
Yorgun gözlerle karşısında duran ışıklı tabelaya baktı adam, sonra da kendisine doğru hızlı adımlar atmaya çalışan kadına. Bugün ikinci kez gördü bu sayıyı, kadını ise ilk kez. Kadın, önceden ayna karşısında defalarca deneyip çıkardığı onlarca gülümsemesinden kendisine en yakışanını seçti adımlarına uydurarak. Hızlı adımlarını sonlandırdığında ise elindeki buruşmuş kağıdı adama uzatmaktaydı. Adam buruşuk kağıda baktı. Kağıtta rakam ile yüz bir yazmaktaydı. Tüm buruşmuş kağıtların gideceği yer aynıydı: Çöp kutusu. Bu esnada adam, buyrun, hoşgeldiniz, demeyi de ihmal etmedi müşterisine. Kadın hesabına para yatırmak istedi, faiz oranlarını sordu, aldığı cevaptan memnun kalmadı. Bir zamanlar ne çok faiz verirdi bankalar, dedi içini çekerek. Adam, insanların neye, niçin iç çektiklerini sorgulamayı bırakalı yıllar olmuştu. Kadın konuşmasını sürdürdü. Adam kadını dinler gibi yaptı. Dinler gibi yapmaya, sorgulamayı bıraktıktan sonra alışmıştı. Sigarayı bırakmaya çalışırken çekirdek çitlemeye alışan annesine benzetirdi bu halini hep. Kafasının üzerindeki bulutta ansızın beliren anasına alttan utangaç bir bakış atarken, kadın “MFÖ” dedi heyecanla. Adam içinden, ne diyorsun be kadın, diye geçirdi. Ancak mevzuat gereği içi dışı bir olamazdı adamın. Efendim, dedi anlamadığını belli eden sakin bir ses tonuyla. Tam da bu sırada, kadının bakışlarını yakaladı. Boynuna astığı isimliğinin üzerinde dolanan bir çift göz rahatsız etmeye yetmişti adamı. Eline hâkim olamasaydı eğer, bir ayıbı varmış gibi kapatmıştı çoktan ayasıyla üstünü isimliğin. Adınızın, dedi kadın, baş harfleri MFÖ. Sonra da, ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki, diye mırıldanmaya başladı kahkahayla karışık. Sadece gülümsedi adam başka şansı yokmuş gibi. Kadın, işlemleri bittiğine göre artık gitmeliydi.
-Teşekkürler MFÖ. Hoşça kalın..(Kıkırdayarak)
-Yine bekleriz..(Ezberinden)
Yüz bir, bugünkü son müşterisiydi. Kasasındaki parayı vezneye teslim etti ve kendini bankanın dışına attı. Karşısındaki duvara yazılmış cümleye takıldı gözü ansızın:
“Halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur”
C.Z.
C.Z. kimdir, necidir hiçbir fikri yoktu. Zarif adammış, diye geçirdi içinden sadece. Ne mutlu ona!
*
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...
Uzak diyarların birinde bir çocuk yaşarmış. Çocuk uzak diyarların birinde yaşarmış yaşamasına ama yine de, buralara özgü o aptalca soruyu cevaplamaktan geri kalmazmış:
-Söyle bakalım, büyüyünce ne olacan sen?
-Aystront.
-O da ne be?
-Ben olunca göyüysün.
Gece yatmadan beyaz pijamalarını giyer, gökyüzüne bakar ve kafasının üzerinde çeşit çeşit türküler söyleyip, oyunlar oynayan yıldızlara dokunmayı hayal edermiş çocuk hep. Su üzerinde taş kaydırmacada pek iyi değilmiş belki ama yıldız kaydırmaca oynayabilseymiş eğer, kimsenin kaydıramayacağı kadar çok yıldız kaydırırmış bulutların üzerinde. Her gece yatmadan evvel penceresinin perdesini aralık bırakıp, yorganının altından gökyüzünü izlerken; annesinin dikiş kursunda pijamasının üzerine işlediği adının baş harflerine tesbih çeker gibi parmaklarıyla dokunur ve tekrar edermiş:
Aystront MFÖ. Aystront MFÖ. Aystront MFÖ...
*
İnsanın akşam akşam otobüs durağına doğru yürürken aklına Dostoyevski’den aforizmalar geliyorsa eğer, o insan mutsuzdur denilebilir. Adam tam hatırlayamadı sözleri ama şöyle geçti zihninden Dosto:
“İnsanı en çok acıtan şey yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.”
Dostoyevski’ye küfür etmeye korktu. Sivil kıyafetler içinde, halkın arasına karışmış entelektüellerin kendisini edebiyat namına yerin dibine sokması pek de isteyeceği bir durum değildi. O da tuttu, kendine en okkalısından bir küfür salladı. Sonra da dönüp kendisine bakanlara aldırış etmeksizin yürümeye devam etti. Kadının biri tam da bu sırada, tam da yanından geçerken hapşurdu. Kadının saçları yüzünü örttü. Çok yaşayın, dedi adam. Eliyle saçlarını düzeltti kadın ve yürümeye devam etti. Sanki orada değilmiş gibi ne yüzüne dönüp baktı adamın ne de, siz de görün, dedi gülümseyerek. Olan olmuştu. Bir kadına daha sesini duyuramamıştı. Adam ölü olsaydı eğer, yüzü al al olmazdı o anda. Herkes ona bakıp gülüyormuş gibi hissetmezdi. Keşke, dedi adam, keşke... Yürümeye devam etti. Bir çığlık duydu, irkildi ve dönüp çığlığın geldiği tarafa doğru baktı istemeden. Çantasına sıkı sıkıya sarılmış bir kadın. Çantanın bir ucundan tutmuş yüzü maskeli bir adam. Kadın, kötü sörfçüler gibi dengede kalmakta zorlanıyor, yerde bir o yana bir bu yana sürükleniyor. Yüzü maskeli adam son bir hamle yapıyor ve ayırıyor kadını çantasından. Bu sahne karşısında adamın yapabildiği tek şey durup, izlemekti. Beyazlar içinde, ak sakallı bir dede sağ yanından hareketlendi adamın. Tıpkı bir atlet gibi hızlanmak için ilk bir kaç metrede vücudunu biraz öne eğdi. Gittikçe hızlandı ve vücudunu dikleştirdi. Artık ayak uçlarına basa basa koşuyor, çevredeki şaşkın bakışlara göre ise adeta uçuyordu. Kapkaççı ile arasındaki mesafe hızla kapanıyordu. Kapkaççı sağ omzunun üzerinden arkasını kontrol etti. Ardında ak sakallı uçan dedeyi görünce anladı başına gelecekleri.
Direnemedi daha fazla. Giderek yavaşladı ve nefes nefese kalmış bir halde yığıldı ak sakallının kucağına. Alkış kıyamet gırla gitti. Halk yeni bir kahramanı omuzlara almanın mutluluğunu yaşadı. Adam tüm olup biteni şaşkınlıkla izledi. İzlemekle yetindiği için kızdı kendine. Halk ak sakallıyı efsaneleştirip, zamanın kötü olmasından yakınırken, o zamana da kızdı:
“Rol çalma zaman! Bu hikâyenin kötü adamları bizleriz.”
Sonunda otobüs durağına vardı adam. Uzun bir bekleyişin ardından otobüse zor da olsa bindi. Hınca hınç dolu halde, boğuk bir ses çıkararak yoluna devam etti otobüs. Ayakta olmasının avantajını kullanarak yolcuları izlemeye koyuldu. Oturarak yolculuk edenlerin çoğu uyukluyor ya da uyuklamaya hazırlanıyordu. Bazıları ise ciddi ciddi uyuyordu. Aydınlatmanın zayıf oluşundan olsa gerek, uyuyanların hepsinin kötü düşler gördüğünü düşündü adam. Ya da uyuyanları kıskandı, bilemedi. Bir kaç sıra ilerisinde, elindeki kitabın içine düşmüş bir delikanlı gördü. Otobüsün kasvetine aldırış etmediği yüzündeki kocaman gülümsemeden anlaşılıyordu. Okuduğu kitap her ne ise eğlenceli olmalıydı. Hemen yanıbaşında, oturduğu koltuğun dibinde, ayakta yolculuk etmekten yorulmuş, sert görünümlü, yaşlı bir adam daha fazla dayanamadı delikanlının hem oturup hem de eğlenmesine:
- Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi?
Etraf sessizleşti Delikanlı duymamış olacaktı ki, dönüp bakmadı bile. Yaşlı adam inatla tekrarladı:
-Sana diyorum heyyy, ne sırıtıyosun pişmiş kelle gibi?
Delikanlı şaşırdı. Sert görünümlü adamın yorgun gözlerinin içine baktı. Klasik senaryo şöyleydi:
Delikanlı yaşlı adama cevap verir, ortalık kızışır, sinirler gerilir, iş kavgaya varmadan bir kaç kişi daha olaya müdahil olur. Eğitim sisteminin suçu olan kötü bir münazara döner ortalıkta. Sonlara doğru kesik kesik cümleler duyulmaya başlanır, ortalık buz gibidir ve eninde sonunda hep en başa dönülür.
Ancak bu sefer öyle olmadı. Delikanlı utangaç bir halde, yaşlı adama hiçbir söz söylemeden oturduğu yerden kalktı. Yaşlı adam da uzatmadı daha fazla, o da utanmıştı zaten. Delikanlının boşalttığı yere oturdu sessizce. Sağ ol evlat, dedi bir de usulca. Delikanlı, estağfurullah, der gibi bir hareket yaptı kafasıyla. Böylelikle, yaşlı adam kenara alınmış, delikanlı sahaya sürülmüş ve hayat kaldığı yerden otobüsün çalan kornasıyla devam etmişti. Adam tüm olup biteni önündeki bir kaç kafaya rağmen kesintisiz izledi. Birisi ona, bilmem kaç kere şu cümleyi oku, o zaman çok mutlu olacaksın dese inanacaktı:
Otobüsteki yaşlı adam size, ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi, diyorsa eğer, mutlusunuz demektir.
Dudakları kıpırdamaya başladı. Yaşlı adamın gözlerinin içine bakarak gülümsedi. Yaşlı adam hiçbir tepki vermedi. Adam gülümsemesini sürdürdü. Yaşlı adam oralı olmadı. Adam ısrarla gülümsedi. Yaşlı adam tüm ısrarlara rağmen uykuya yenik düştü ve kapadı gözlerini. Adamın mutlu olma hayali, otobüsteki kabuslara karıştı ve bitti. Evine gelmeden önceki durakta indi adam. Sigara içtiği zamanlardan kalma bir alışkanlıktı bu. Ellerini paltosunun boş ceplerine soktu ve yürümeye başladı. Müzik sesi duyuldu önce. Sonra dans eden insanlar görüldü. Bu insanlar, dedi, nasıl..? Dans eden insanların arasında buldu kendini. Bir anlık şaşkınlığın ardından daha sakin görünen bara yöneldi. Barmene doğru eğilip, bu insanları bu kadar mutlu eden ne ise ondan istiyorum, dedi. Barmen, kafan mı iyi, der gibi baktı. Adam isteğini tekrarlayınca, çattık, dedi ve anlamsız bir gülümsemeyle önüne garip renkte bir içki koydu adamın. Adam bir dikişte kanına karıştırdı alkolü. Başının döndüğünü hissetti. Ardından gelen mide bulantısı histen öteydi. Dışarıya zar zor attı kendini. Elini dayadığı ağacın dibine, tüm günün posasını pervasızca serpiştirdi. Midesinin bulantısı geçmiş gibiydi. Başı ise dönmekte ısrarcıydı. Kusmuklu bir tecrübeyle, başının dönmesi içini gıdıklasa da, alkolün kendisini mutlu edemeyeceğini anladı. Babasının da içki içince ağlamaya başladığını hatırladı hayal meyal. Genetik miras böyle bir şey olsa gerek, diye düşündü. Temiz havada yürümek iyi geldi adama. Evinin bulunduğu apartmana vardığında başının dönmesi geçmişti. Asansöre bindi ve onuncu kata çıktı. Sonunda kapısının önündeydi. Anahtarı kilide yerleştirdi ve açtı kapıyı. Küçük ve hızlı adımlar atan bir şey geçti kapının önünden salona doğru. Adam korktu. Buna rağmen sessizce girdi içeri. Karanlığın içinden salona doğru baktı. Hiçbir şey göremedi. Kanına karışan alkolün etkisiyle hayal görmüş olabileceğine hükmetti. Salonun ışığını yaktı ve kendisine bakan bir çift göz gördü. Korkudan aklını kaçırabilirdi. Bir çığlık attı ve hemencecik sus pus oldu. Gözlerin sahibi küçücük bir çocuktu. Çocuk adama yaklaştı. Adam sen de kimsin, ne işin var burada, demekle meşguldü. Çocuk cevap vermedi ve daha da yaklaştı adama. Ayaklarının dibine oturdu. Çocukla göz göze geldiğinde eli istemeden de olsa hızla kendi gözlerine gitti adamın. Çocuğun, gözlerini çalmış olabileceğinden korktu. Zira üzerinde dolaşan küçük iki kara deliğin kendisine ait olduğuna yemin edebilirdi. Yoklamada eksik yoktu. Gözleri yerli yerinde duruyordu. Çok şükür, dedi. Yüzünde bir tebessüm belirdi ve hemen kayboldu. Çocuğun pijamasının üzerindeki işlemeyi fark eder etmez, ne içirdiniz lan bana, diye bağırdı ağlayarak. İşlemede annesinin el emeği, göz nuru vardı:
MFÖ...
Çocuk hiç sesini çıkarmadan, oturmuş adamı izliyordu. Ayaklarını topladı adam ve koşarak balkonun kapısına vardı. Kapı bozuktu, açılmadı ilkin. Söve söve, omuz ata ata açtı sonunda kapıyı adam. Demirlikten tutundu. Gözlerini sıkı sıkıya yumdu. Geceyi ciğerlerine sığdırmak istermişcesine derin derin nefes aldı. Her şeyin bir hayal olmasını dileyip ardına baktı. Çocuk balkon kapısının eşiğine kadar gelmiş, öylece adama bakıyordu. Adam kafasını çevirip derin derin nefes almaya devam etti. Çocuk adamın yanına vardı. Elinden tuttu. Adam, tüm masumiyetini hissetti çocuğun, tüm gerçekliğini. Çocuğun elini bıraktı usulca ve küçük adımlarla odasına doğru yürüdü. Özenle sakladığı, büyük çabalarla elde ettiği astronot kıyafetini giydi. Yürümekte zorlansa da balkona varmayı başardı tekrar. Çocuğun saçlarını okşadı. Kocaman bir alkış kopardı çocuk heyecanla ve gülümseyerek. Adam son kez baktı çocuğa. Onun yaşaması gereken mutluluklar olmalıydı. Kendisinin yaşamaması gereken hayal kırıklıkları olduğu gibi. Tek bir hamle ile çocuğa yaşaması mümkün olan mutlulukları için bir şans verecek, kim bilir belki de çocuğun kahramanı olacaktı. Tek bir hamle ile. Derin bir nefes aldı. Tek bir hamle ile. Nefesini boşalttı. Üçe kadar say, dedi çocuğa adam, ve bir astronot nasıl uçarmış izle bakalım evlat. Çocuğun gülümsemesi bir kat daha arttı. Böylece çarpuk çurpuk dişleri günyüzüne çıktı.
Bir.
İki..
Üççççççç...
Adam kendini karanlığa bıraktığında duyduğu son ses, çocuğun kahkahasıydı.

FARZET Kİ MISIR'DAYIZ!

GÜNDÜZ DÜŞÜ

Kararan bulutların gökyüzünü işgaline aldırmadı. Çevresindeki insanlar hızlı adımlar atmaya başladılar. Koşar adımlar. İnsanların yağmur damlalarıyla eriyeceklerini düşünmeleri, hatta bundan korkup kaçmaları aptalcaydı. Tüm insanlar aptaldı ama yağmurdan korkup kaçanlar daha da aptaldı. Ya da o, kendisi gibi düşünmeyenleri aptal yerine koyan bir geri zekâlıydı. Bu tartışılabilirdi. Ya da tartışmaya gerek yoktu: Bütün insanlar aptaldı, o ise geri zekâlıydı. Nokta. Bir damla yağmur burnuna isabet etti. Burnunun ucundaki yağmur damlasına baktı. “Bravo Tanrım, tam isabet,” diye seslendi gökyüzüne doğru. Yüzünde en Clark Gable bakışı vardı. Burnunun ucunu es geçen diğer birkaç damla yola düştü ve trafik çözülmesi zor bir altyapı problemine dönüştü. “Yaya olmak güzel şey,” diye düşündü. Yürümeye devam etti. Korna süsü verilmiş küfürler beyninde yankılanmaya başladığında içi kıpır kıpır oldu. Sağlam bir küfür de kendi etmeliydi. Ne zaman bir küfür duysa, duyduğu küfürden daha kısa ve daha etkili bir küfür bulmaya çalışırdı hep. Yine öyle yaptı. En kısa ve en etkili küfrünü bulmaya çalıştı. Deneme bir..Deneme iki..Sonunda buldu ve hemen ses verdi küfrüne: …..

Küfür yanından geçen kadının kulağına takıldı. Dönüp baktı kadın. Hatta içinden bir şeyler bile söyledi. Demek ki bulduğu küfür kısa ama çok etkiliydi. Gülümsedi. Bir sigara çıkardı paketinden. Kalan son kibritiyle ateşe verdi tütünü. Sigarasından derin bir nefes aldı. Yağmur damlaları ahmakıslatana dönüşmüştü. Yürümeye devam etti. Kitapçının hemen karşısındaki duvarın dibinde kuru bir yer aradı kendine. Kuru yer bulmak önemliydi. Ne de olsa insanoğlu altının ıslak olmasından hazzetmezdi. Yağmur altında sırılsıklam olmuş olsa bile. Sonunda oturabileceği kuru bir yer buldu ve oturdu. Sigarasını söndürmüştü. Kafasındaki eski püskü şapkasını çıkarıp önüne koydu. Üzerindeki hayli yıpranmış ceket mi gömlek mi olduğu belli olmayan bez parçasına biraz daha sarınıp beklemeye başladı. Bilindik dilenci yalvarmalarına bir türlü dili dönmeyen bu adamın sessizliği, yüzündeki çizgilerin dillenmesine, gözlerindeki soluk renklerin canlanmasına sebebiyet veriyordu. Gözleri sürekli şapkasındaydı. Bu, belki de şapkaya atılan her para ile utancını kanatmaya yarayan bir işkence yöntemiydi. Kim bilir! Yağmur yağmaktan yorulmuş olmalı ki kesilmişti.

*

Adam yüzünü şapkasından kaldıracak oldu. Bir çift kahverengi çizme gördü şapkanın biraz ötesinde. Hemen başını eski yönüne doğru çevirdi. Önce şapkasına para bırakacak sıradan çizmelerden biridir diye düşündü. Bekledi. Şapkaya para filan düşmedi. Meraklandı. Kafasını şapkasından kaldırdı. Hâlâ oradaydı. Kahverengi deri çizmelerin üzerindeki yağmur damlalarına baktı bir süre. Her şey çok hareketsizdi. Tedirgin ve meraklı bir hâlde kaldırdı kafasını hareketsizliğe karşı gelerek. İlk kez dilenirken biriyle göz göze gelecekti. Utancı ve merakı el ele vermiş, kalbini sıkıştırıyorlardı. Göz göze geldiler. Dilenci, gökkuşağının gölgesinde oturduğunu hissetti birden. Kalbi ferahladı. İçinden “Tanrım, iyiki varsın,” diye geçirdi. Kahverengi deri çizmelerin sahibi elindeki kitabı uzattı adama. Dilenci uzandı ve aldı kitabı. Kahverengi deri çizmeler kayboldular çabuk adımlarla. Dilenci şaşkındı. Önce kitaba şöyle bir göz attı. Bir numara, bir adres aradı. En azından bir isim. Kitap hayranlık uyandıracak derecede temizdi, çiziksizdi. Üzüldü dilenci. “Belki de çözmem gereken bir şifre var kitabın içinde,” diye düşündü. Bu düşüncesine başka zaman olsa katıla katıla gülerdi. Şimdi? Şimdi durum farklıydı. Bir umut okumaya başladı kitabı. Bir dilenciyi ilk kez kitap okurken gören insanlar şaşkındılar. Bazısı durup öylece dilenciye bakarken, bazısı dilencinin fotoğrafını çekiyor, görüntüsünü kaydediyordu. Bu akşam sosyal paylaşım ağlarının bir numaralı konusu bu dilenci olacaktı. Hiç kuşkusuz! Belki televizyona bile çıkardı. Dilenci kimseye aldırış etmeden okumaya devam etti. Okudukça daha çok okumak ve kahverengi çizmeli gizemi hakkında bir ipucu elde etmek istiyordu. Okudu. Daha çok okudu. Hiç okumadığı kadar çok okudu. Okuduğu her cümle dilenciyi aramızdan alıyor ve başka bir zamana götürüyordu. Artık bir dilenci değildi. Yüzündeki ifade, bunu insanlığın kırışıksız suratına vuruyordu. Dilenci son sayfayı da bir solukta okudu. Kitabın kapağını kapattı. Gözlerini yumdu. Bulunduğu zamandan aramıza dönmeye hiç niyeti yok gibiydi. Dilenci için artık her şey çok netti. Hafifçe araladı gözlerini. Kahverengi çizmeleri gördü tekrar şapkasının yanında. Kaldırdı kafasını. Kahverengi çizmelerin sahibi eğildi. Kitabı aldı elinden dilencinin ve çabuk adımlarla kaybolmaya başladı. Dilenci kahverengi adımların ardından bağırdı:

“Maria Puder, mavi gözlü olmalı”

Sokaktakiler dilenciye baktılar. Hiçbirinin mavi gözleri yoktu.