LÜTFEN

“Birazdan kıyamet başlayacak.Lütfen..”
Şair böyle yalvardı kıyamet gününün sahibine.
Gök gürledi.Sûr’un sesini henüz duymamış olanlar İsrafil'in nefesi zannettiler işittiklerini.Korktular.Bir an tüm günahlar dile geldi.Gök yağmaya başladı sanki o an ve damlalar örttü korkuların üzerini.Yağmur öyle şiddetli yağdı ki güneşin tüm sarılığını aldı üzerinden.Griye çevirdi dünyayı.Gök gürlediğinde korkudan yorganının altına saklanan çocuk,yağmurun yağmasıyla filiz verdi adeta.Çıktı yorganın altından.Açtı pencereyi.Elini uzattı yağmura.Tenine düşen her damla kahkahaya dönüştü semada.Yağmuru yağdıran daha fazla kahkaha duymak ister gibiydi.Kesmedi damlalarını.Çocuk da açtı avuçlarını dua eder gibi ve “teşekkür etti” damlaların sahibine.Bir süre sonra yağmur durdu.Bir toprak kokusu sardı etrafı.Büyük nimet!Her zaman bulunmazdı toprak kokusu taşlaşmış şehirlerde.Çocuk belki o an farkında olmadan çekti içine bu büyük nimeti.Büyüdüğünde fazlaca hissedecekti yokluğunu toprak kokusunun.Güneş griyi sevmedi fazla.Gösterdi bulutların ardından sarısını tekrar.Çocuk güneşin tüm renklerini gördü gökkuşağında.Yine bir kahkaha…
İstemez miydik çocuk olmayı sûr üflendiğinde?İstemez miydik çocuk kadar günahsız olmayı gök yarıldığında?Önce korkardık belki ama sonra kahkahalarımız yankılanırdı sonsuzlukta.
“Allah’ım birazdan kıyamet başlayacak.Lütfen...”

                                                                                                                               (Yolcu Dergisi/Sayı:55)

BAHAR

Onu ilk gören dalgalar oldu.Bir anda sakinleşti deniz.Fark etmedi dalgaların kendisini izlediğini.Yürümeye devam etti.O yürüdükçe kum tanecikleri dolandılar ayaklarına.Desenler yaptılar parmaklarına.Birden durdu.Daha fazla yürümedi.Eğildi.Bir çakıl taşı aldı eline.Fırlattı tüm gücüyle denize.Sonra bir tane daha aldı ama atmadı bu sefer onu maviye.Denize atarak bitiremeyeceğini anladı çakıl taşlarını.Oturdu çakıl taşlarının arasına.Uzattı ayaklarını yeni yeni soğuyan kumun üzerine.Hafifçe esen rüzgâr parmaklarındaki desenlere farklı şekiller verirken, arkasındaki ağaçlar sırtlarını döndüler rüzgâra. Bu beklenmedik tepki hiddetlendirdi rüzgârı. Esip gürledi. Bir süre sonra rüzgâr, anladı ağaçların yüzlerini kendisine döndüremeyeceğini. Dinginleşti.
Güneş ufukta kaybolup başka diyarları ısıtmaya giderken gördü uzaklardaki kızıllığı.Tam bu esnada deniz tüm mavisini gösterdi ona. O da kayıtsız kalmadı gördükleri karşısında.Yavaşça kalktı oturduğu yerden.Yürümeye başladı denize doğru.Uzattı ayaklarını maviye.Gülümsedi.Dalgalar daha fazla uslu duramadılar bu gülümseme karşısında.Sardılar ayaklarını bir anda.Aldırmadı dalgalara.Bir adım attı maviye sonra bir adım daha ve bir adım daha…
O ilerledikçe beyaz tenindeki tüm renkleri emdi deniz.Mavisi etkileyiciydi.Deniz de farkındaydı bunun.En çok da mavisini emdi kıskanarak.Bir adım daha attı ve kayboldu mavinin içinde.Koştum ardından.Avazım çıktığı kadar bağırdım.Sonra anladım geri getiremeyeceğimi onu.Bu kez ben oturdum çakıl taşlarının arasına. “Hoşçakal bahar” dedim ardından sessizce. “Maviliklerden çıkıp sararmış yaprakların üzerinde kuruyacağın güne dek hoşçakal.Sonbahar’a kadar hoşçakal.”

GÜFTE...

“Bir sabah çıksam kaybolsam,
dönmesem kalsam anılarda…”



Ansızın zihnimde belirip dilimden düşmeyen şarkı sözlerini kaç defadır tekrarlıyorum bilmiyorum. Her tekrardan sonra etrafıma bakıyorum sözler gerçeğe dönüşmüş mü diye. Ama her tekrar nafile bir çabadan öteye geçmiyor. Hala şimdiki zamanı yaşıyorum. Şimdiki zamanı yani büyük olduğumuz zamanı.Oysa “her sabah bir dev masalında uyanınca hep çocuk kalmak, kurtulmak” oldukça heyecanlı olabilirdi.Olmuştu da zamanında.Hep bir dev bulmuştuk kendimize ve o devin masalından nefessiz kalana dek kaçmıştık.Bir fasulye sırığıydı kurtarıcımız çoğu zaman.Dev bizi yakalayamadığı sürece kahkahalar atmıştık.Yakaladığında ise en tiz sesimizle bağırmıştık hatta ağlamıştık.Şimdi o devin hiç olmadığını öğretmişti hayat bizlere ve üzülmüştük hepimiz o hiç olmayanın ardından.

Bir silüetten farklıydı karşımızdaki insanların yüzleri bir zamanlar."Şerife'nin oğlu değil misin sen?"diye soran teyzeler, yüzündeki tüm yaşam çizgilerini ellerimle yeniden çizdiğim o güler yüzlü nine ne kadar gerçektiler!.. Şimdiki zamanda ise karşımdaki yüzler sanallaşmış. Gölgede kalmış her bir çehre. Yaşam çizgilerine dokunmak mı? Dalga mı geçiyorsun?

“Kar yağıyor bu gece öyle beyaz ki şehir” ve ben kardan adam yapmak için iniyorum sokağa. Tüm günahlarından arınmaya çalışan bir günahkâr gibi yüzleşmiş bütün hatalarıyla şehir. Bu yüzleşme tüm karı eritmiş sokaklardaki ve kar suyu götürmeye başlamış tüm yalvarışları, yakarışları sessizce. Kardan adam yapmak için daha günahsız bir köşe bulmam gerek. Buluyorum da. Kocaman bir kardan adam yapıyorum hemen. Gözlerini kömürden, burnunu havuçtan yapıyorum. Hep öyle yapardık geçmişte babamla. Bir bere takıyorum başına bir de atkı doluyorum boynuna kardan adamın. Gülümsemesi için ne varsa yapıyorum işte. O da gülümsüyor en çocuksu haliyle sonunda bana. Ayrılma vakti geliyor kardan adamdan ve ben küçük adımlarla uzaklaşıyorum yanından beyaz anılarımın. Sabah uyanıyorum. İniyorum aşağıya, kardan adamın yanına. Şaşırıyorum önce gördüklerim karşısında sonra şaşkınlık yerini üzüntüye bırakıyor insafsızca. Ne kömürü kalmış gözlerinde ne de havuç bırakmışlar burnunda kardan adamın. Bereyi de atkıyı da çok görmüşler. Yetmemiş gövdesini de tekmelemişler. Bir sürü ayak izi var üzerinde. Anılarıma zaten yerin yok ama bir kardan adama dahi yerin yok mu ey koca şehir?

“Anlamak bir ömür sürer, hayat niye kirlenir.” Şarkı her dilime dolandığında bilerek tekrar etmiyorum bu kısmını sözlerin. Ama her seferinde etten kemikten birisine dönüşen sözler bunlar oluyorlar. Ne dedin kardan adam? Evet evet haklı olabilirsin. Belki de bu yanlış bir leylâydı bizim için.

BİR KUMANDANIN TUŞU OLMAK

-Digitürk olmasaydı,hayatınız nasıl olurdu? -Kapkaranlık olurdu herhalde. 
-Digitürk'ten önce hayatınız nasıldı? -Bilmem,var mıydı ki


-Neredeyim ben? 
-Sanal dünyaya hoş geldiniz beyefendi.
-Ne?Sanal dünya mı?
-Evet.
-Karıştırıyor olmayasın?Gerçek dünya olmasın?Gerçek dünyaya hoşgeldiniz olmasın o?
-… 
-Matrix değil mi? 
-Hayır beyefendi Matrix değil.Digitürk.
-Digitürk mü?
-Evet.Digitürk yani mutlu,mesut ailemiz.Aramıza hoşgeldiniz beyefendi.Karanlıktan kurtulmuş olanların arasına.Başka bir hayatı düşünemeyenlerin arasına hoş geldiniz. 

Her yanı televizyon ekranları ile kaplanmış bir odanın içindeyim.Oturduğum yerin tam karşısında baba,anne ve küçük bir kız çocuğundan oluşan aile bireyleri oturuyor.Çekirdek aile.Kırmızı bir koltuğun üzerinde oturuyorlar.Karşılarında çekici bir kadın var.Sorular soruyor aileye bu çekici kadın.Anne ve çocuğun sesi çok çıkmıyor.Sevdikleri programları söylüyorlar,o kadar.Anlamsız bir gülümseme var yüzlerinde.Genellikle baba konuşuyor.Ağzı kulaklarında babanın.Diğerlerinin anlamsız gülümsemesi onun suratında sırıtma şeklinde tecelli ediyor.Bir hipnoz hali yaşıyor.Sürekli birşeyler söylüyor.Digitürk’süz hayatın karanlık olacağını söylüyor en sonunda. 
“Nasıl yani?” diye soruyorum kendime.Afallıyorum,aptallaşıyorum.Bir türlü anlamlandıramıyorum bu söylediklerini babanın. 
"Digitürkten önce hayatınız nasıldı?" diye bir soru soruluyor babaya.Cevap bu sefer ürkütüyor beni. 
“Bilmem,var mıydı ki?” 

Soruları soran çekici kadın elindeki kağıda bir imza atıyor.Aile heyecanla bu sanal dünyaya kabul edildiklerini duymak istiyor. 

-Artık sizler sanal dünya ailesinin birer ferdisiniz.Tekrar hoş geldiniz. 

Herkes mutlu,mesut.Sıra sanal dünyanın isimlerini almaya geliyor.Sanal dünyada herkes kumandanın bir tuşunu isim olarak kullanıyor.Kendileri bir seçim yapamadıkları için kadın yardımcı oluyor tuş seçiminde aileye.Babaya ses yükseltme tuşu (volume up),anneye rehber tuşu(guide),küçük kıza ise sesiz (mute) tuşu veriliyor.Ne kadar da sevindiler. 

O garip,kırmızı koltuğa bu sefer ben oturuyorum.Karşımdaki kadın sorularını sormaya başlıyor.Cevap veremiyorum. 
”Bir hipnoz hali de ben mi yaşıyorum acaba?Bir koltuk ve bir televizyon ekranı beni hep cezbetmiştir zaten."O sormaya devam ediyor,ben ise cevaplamamaya.Sonunda benden ümidi kesiyor ve soru sormaktan vazgeçiyor.Elindeki kağıda imzasını atıyor.“Artık siz de sanal dünyanın bir ferdisiniz.Tekrar hoşgeldiniz.”diyor az önceki aileye dediği gibi. 

O anda sorulan tüm soruların anlamsız formaliteler olduğunu anlıyorum.Herşey zaten önceden kurgulanmış.Siz ne yaparsanız yapın her halükarda bu dünyaya kabul ediliyorsunuz.Reddedilme olasılığınız neredeyse yok. 

Sıra yeni ismim olacak kumanda tuşuna geliyor.Biraz önce hiçbir soruya cevap veremeyen ben, bu sefer bir soru yöneltiyorum karşımdaki kadına.Sorudan çok bir istek bu:

- Tuşu ben seçebilir miyim? 
-Tabiki.Hangi tuş olmak istiyorsunuz? 
-Kapatma tuşu (power off) olmak istiyorum. 
 Bir kahkaha atıyor kadın.Suzan Avcı’yı görüyorum sanki karşımda.Yeşilçam’ın kötü kadınını.En itici ses tonuyla cevap veriyor isteğime: 
-Maalesef öyle bir tuşumuz yok.. 

Orwell,Zamyatin,Huxley.Size sesleniyorum.Eğer beni duyuyorsanız,aranızdan birisi çıksın ve şu televizyonu kapatsın lütfen!

EL NAKBA

-Anne bugün günlerden ne?
-Perşembe oğlum.
-Yok öyle değil.Ayın kaçı, ayın kaçı?
-13 Mayıs, seni çok bilmiş.

-Anne bugün de anneler günü mü?
-Bugün anneler günü değil yavrum. Ne zamandı anneler günü? Hani “Anne” diye koşup atlamıştın kucağıma. Sonra kocaman öpmüştün beni. "Anneler günün kutlu olsun anneciğim!" demiştin. İşte o zaman anneler günüydü. Yani 21 Mart. Hatırladın mı?

Çocuk kafasını evet manasında salladı. Sonra aniden kalktı oturduğu yerden. Annesine doğru koştu. Atlayıverdi annesinin kucağına. Kocaman bir öpücük bıraktı annesinin yanağına. Anne şaşırdı.

“Bugün de anneler günü olsun. Her gün anneler günü olsun. Ben seni hep kocaman öpmek istiyorum.”

Anne gülümsedi. "Beni kocaman öpmek için anneler gününü beklemene gerek yok yavrum." Dedi.
Kocaman bir öpücük de o kondurdu yavrusunun küçücük yanağına.
Hiç ayrılmayacaklarmış gibi sarıldılar birbirlerine. Tarih 13 Mayıs 1948’di.

14 Mayıs 1948. İkindi vakti. Anne çocuğunun mis kokusunu içine çekti. Belki çocuğunun kokusunu son kez çekiyordu içine. Büyük bir bela vardı artık başlarında. Toprakları üzerinde başka birileri vardı artık. Nefret dolu birileri. Ertesi gün yani 15 Mayıs 1948 “El nakba”ydı bundan böyle. Felaket günü.

Köyler, kasabalar boşaltıldı. Yanık kokusu yayıldı her bir köşesinden Filistin’in. Binlerce Filistinli sürüldü topraklarından. Kadınlar, çocuklar yollardaydı. Mülteciydiler artık.
Anne ve çocuk da yollardaydı. Sürgün edilmişlerdi. Gazze’ydi artık nefes almaya çalıştıkları yer. Gözleri yaşlıydı ama hala sımsıkı sarılıyorlardı birbirlerine. Hala mis gibi kokuyordu çocuk ve anne yine koklayarak sığdırdı içine yavrusunu. Ne de iyi gelmişti o yanık kokularının içinde bu mis kokusu.

Bir 21 Mart günü geldi yine işgal altındaki memlekete. Anneler günüydü 21 Mart Filistin’de. Kanlar içinde bir kadın vardı yerde. Bir de çocuk vardı yanında. Çocuk sımsıkı sarıldı kadına. Kocaman bir öpücük kondurdu yerdeki anasının yanağına. Ağlamak geldi içinden. Ağlardı tüm çocuklar bu durumda. Yapamadı. Gözünden yaş yerine kan akan çocuklardı artık onlar. Gözyaşını bile özleyen çocuklardılar.

Tarih 12 Mayıs 2009. ‘El Nakba’ ya üç gün kaldı.
Filistin’de hala gözlerinden yaş yerine kan akan çocuklar var. Çocuklarının kokusunu bilmeyen analar var.
TRTTÜRK muhabirinin Bağdat için söyledikleri Filistin için de geçerli.
Filistin de hala çok güzel. O da tıpkı Bağdat gibi sadece dizleri üzerine çökmüş ve kollarından tutup kendisini ayağa kaldıracak kardeşlerini bekliyor.

YİNE GELİN,HEP GELİN



Üçer beşer atlayarak indim merdivenin basamaklarını.
“Gelmiş,inanmazsan git odasına bak” dediler.İnanmadım.İnanamadım.Uçar gibi gittim odasının kapısına.
Nihayet kapısının önündeydim. Kapı kolundaydı elim. Yavaşça indirdim kolu aşağıya doğru.Kapı kilitli değildi.Meraklı ama bir o kadar da korkak küçük bir çocuk gibi uzattım kafamı açılan kapının ardından içeriye doğru. Hiçbir şey göremedim.Gözlerimi neden yumdum ki?

“Açsana gözlerini çocuk” dedi çok tanıdık bir ses. Çok tanıdık ama unutur gibi olduğum bir ses.Yavaşça açtım gözlerimi.Orada, tam karşımda oturuyordu.Elinde yine o büyük bir kısmı küle dönmüş olan sigarası vardı.Gözlükleri, beyazlaşmış saçları…Karşımdaydı.Gözyaşlarımın kontrolsüzlüğü içinde kapının eşiğinde durdum. Kıpırdayamadım.

Kıpırdayan o oldu. Oturduğu yerden kalktı.Yanıma yaklaştı.Tam karşımda durdu.Gülümsedi. Titrediğimi hissettim. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlayarak sımsıkı sarıldım çok özlediğime. En son bir fotoğrafına sarılmıştım. Fotoğraf ne kadar gerçekse o kadar sarılmıştım işte. Bu sefer üzerine sinmiş sigara kokusunu çektim içime. İzmariti kalıncaya kadar çektim.Gerçekti herşey. Fotoğraf gibi değildi. Dilim tutuldu sanki. Hırıltılı bir ses çıkarttım.Hem nefes almak hem de ağlamak zordu. Ne çok aktınız gözyaşlarım, durun artık!..

“Yine gidecek misiniz, hocam?” diyebildim sadece.
“Evet çocuk, gideceğim.” dedi. Cebinden sigara paketini çıkarttı. Bir sigara daha yaktı. Hiç değişmemişti.
“Gitmeseniz olmaz mı?”
Gülümsedi. Nasıl özlemiştim gülümsemesini. Hiçbir şey söylemedi.Ben gözlerimi ayırmadım üzerinden. Sadece bir daha gitmesin istedim. Biliyordum , o an yaşadıklarım ne kadar hayal ise gidecek olması da bir o kadar gerçekti.Gerçek olan kaderdi ve biz iman etmiştik kadere.Gerisi anlamsızdı.

“Acıktım çocuk. Hadi cik cik yap,yiyelim.”

Cik cik…Yağda yumurtanın diğer adı.Gülümsedim.Cik cik demeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu yağda yumurtaya.Özlemiştim.

“Hemen hazırlıyorum hocam” dedim. Mutfağa doğru koştum.


“Hocam her şey hazır, buyurun” diye seslendim mutfaktan birkaç dakika sonra.Hiçbir ses gelmedi.Odasına doğru koştum.Gözlerimi yummadan girdim bu kez içeri.

Gitmişti.

Yaktığı sigarası masanın üzerindeydi.Bitirmeden gitmişti.Hiç dokunmadım sigaraya.Sönene kadar bekledim.Dumanını izledim.Sonra kapattım odasının kapısını.Tüm yaşananları,özlemleri aldım yanıma.Hiçbir şey bırakmadım odaya.Bir tek kapının anahtarını bıraktım üzerinde.

Siz yine gelin,hep gelin diye…

İTİRAZ İHTİYACI

Dolmuş yavaş yavaş bana doğru geliyor. Yanıma yaklaşınca el sallıyorum durması için. Hemen önümde duruyor.Biniyorum usulca.Binmeden hazırladığım parayı uzatıyorum şoföre: 

-Şuradan bir kişi alır mısın?
 -Neresi?
-Beytepe köprüsü.
-Para üstü.
-Teşekkürler.

Dolmuş şoförü ile önceden kurgulanmış olan bu konuşmayı gerçekleştirdikten sonra boş bulduğum bir yere oturuyorum.Dolmuş yolcu toplamak için yavaş gitmeye devam ediyor.Bu esnada şoför radyoyu açıyor.Ağlamaklı bir ses tonuyla bir şarkıcı karşılıyor bizi.Bugüne kadar bindiğim dolmuşların neredeyse tamamında ağlamaklı ses tonuyla yapılan bu tarz müziğin çalınması garibime gidiyor.Dolmuş şöförleri gerçekten hoşlanıyorlar mı bu müzik türünden yoksa dolmuş şoförü olmanın gereği olarak mı görüyorlar çözebilmiş değilim.Ama bizim dolmuş şoförünün bu müzik türünden hoşlandığı fikrine kapılıyorum.Şarkıcıya baştan sona eşlik ediyor.Bu ağlamaklı ses tonu onu ‘damardan’ etkiliyormuş gibi görünüyor.Şarkı bitiyor ve radyodan bu sefer biraz daha neşeli bir ses yükseliyor. 

“Merhaba sevgili dinleyenler” diye başlıyor bu neşeli ses konuşmaya. O kadar çok şey söylüyor ki takip edemiyorum.En sonunda “şimdi Müslüm Gürses’ten ‘İtirazım Var’adlı parçayı dinliyoruz” diyor ve Müslüm Gürses’in sesini duymaya başlıyorum. 

“Ben hep yenilmeye mahkum muyum? 
  Ben hep ezilmeye mecbur muyum? 
  İtirazım var bu yalan dolana…” diye sürüp gidiyor parça. Dinliyoruz. 

Şarkı bitince dinlemekte olduğumuz radyo kanalı reklam vermeye başlıyor.Dolmuş şoförü kanalı değiştirmiyor ve bu vesileyle reklamları da dinliyoruz. Müslüm Gürses’in sesini tekrar duyuyoruz reklamlarda. Hem de biraz önce dinlediğimiz parçanın ezgisiyle. Bir an şaşırıyorum. Dinliyorum reklamı. Şarkının sözleri tamamen değişmiş: 

“Yatak yorgan setine 
  Şu LCD TV’ye 
  Yeni bir elbiseye ihtiyacım var...”diye sürüp gidiyor reklam. 

‘İtirazım var’ın ‘ihtiyacım var’a dönüşmüş olması üzüyor esasında beni. Varoşlardan yükselen itiraz seslerinin gelmiş olduğu son noktanın ihtiyaç feryatları olmasını garipsiyorum. Sadece bu şarkının sözleri mi değiştirilmiştir yoksa o şarkı sözlerinin hitap ettiği yaşamlar mı değiştirilmiştir diye soruyorum kendi kendime. Uzun zamandır varoşlardan bir itiraz sesinin yükselmediğini anımsıyorum. Ancak ‘ihtiyacım var’ sesinin hayli fazla çıktığını biliyorum. Varoşlardaki insanların kendilerini unutanlara karşı tepkilerini, itirazlarını yüksek sesle dile getirmeleri beklenir diye düşünüyorum. Zaten unutulmuş olanların, tepkisizlikleriyle daha da fazla unutulacaklarını düşünüyorum. Eğer tepkisizliğin bir ahlakı varsa,itirazım var yerine ihtiyacım var denilerek tepkisizliğin ahlakının da lekelendiğini hissediyorum. Hayatlarımızı çepeçevre saran kapitalist bilincin en başarılı icraatının, itirazım var yerine ihtiyacım var söylemini getirmiş ve kabul ettirmiş olması olduğuna bir kez daha inanıyorum. Reklamdan,dönüştürülmüş şarkı sözlerinden nefret ettiğimi hissediyorum. Kapitalist bilincin gözümüze soka soka bizleri kendi toplum mühendislerinin tasarladığı hayat formuna sokuyor olmasından rahatsızlık duyuyorum. 

Dolmuş Beytepe köprüsüne yaklaşıyor. Oturduğum yerden kalkıyorum.”Durakta inecek var.”diyorum. Dolmuş durağın önünde duruyor. İniyorum dolmuştan. Tam karşımdaki duvarda bir afiş görüyorum. “Emek sömürüsüne,kapitalizme karşı 1 Mayıs’ta alanlara” yazıyor afişte.En azından bir itiraz sesi duyar gibi oluyorum.Seviniyorum."Dolmuştaki ruh halimden sonra iyi geldi bu afiş" diyorum içten içe.Sonra 1 Mayıs deyince aklıma ilk ne geliyor diye düşünüyorum. İlk aklıma gelenin polis ile eylemcilerin çatışması olması rahatsız ediyor beni. Kuşkulanıyorum.Eylemde emeğin,işçinin sorunlarını,itirazlarını dile getirenler muhakkak oluyordur.İşçinin,emek sahibinin kapitalizme karşı görüşlerini belirtenler de oluyordur.Ama bu zihnimdeki 1 Mayıs portresinin taşlı,sopalı,biber gazlı öğeler içermesini engelleyemiyor. “Bu polisin suçu veya bu eylemcilerin suçu” diyemiyorum.Aklımı kim suçludan öte bir şey kurcalıyor.“1 Mayıs’ın anlamı da,görünümü de tıpkı Müslüm Gürses’in şarkı sözleri gibi değiştirildi mi?” diye sormaktan alamıyorum kendimi.