Kararan bulutların gökyüzünü işgaline aldırmadı. Çevresindeki insanlar hızlı adımlar atmaya başladılar. Koşar adımlar. İnsanların yağmur damlalarıyla eriyeceklerini düşünmeleri, hatta bundan korkup kaçmaları aptalcaydı. Tüm insanlar aptaldı ama yağmurdan korkup kaçanlar daha da aptaldı. Ya da o, kendisi gibi düşünmeyenleri aptal yerine koyan bir geri zekâlıydı. Bu tartışılabilirdi. Ya da tartışmaya gerek yoktu: Bütün insanlar aptaldı, o ise geri zekâlıydı. Nokta. Bir damla yağmur burnuna isabet etti. Burnunun ucundaki yağmur damlasına baktı. “Bravo Tanrım, tam isabet,” diye seslendi gökyüzüne doğru. Yüzünde en Clark Gable bakışı vardı. Burnunun ucunu es geçen diğer birkaç damla yola düştü ve trafik çözülmesi zor bir altyapı problemine dönüştü. “Yaya olmak güzel şey,” diye düşündü. Yürümeye devam etti. Korna süsü verilmiş küfürler beyninde yankılanmaya başladığında içi kıpır kıpır oldu. Sağlam bir küfür de kendi etmeliydi. Ne zaman bir küfür duysa, duyduğu küfürden daha kısa ve daha etkili bir küfür bulmaya çalışırdı hep. Yine öyle yaptı. En kısa ve en etkili küfrünü bulmaya çalıştı. Deneme bir..Deneme iki..Sonunda buldu ve hemen ses verdi küfrüne: …..
Küfür yanından geçen kadının kulağına takıldı. Dönüp baktı kadın. Hatta içinden bir şeyler bile söyledi. Demek ki bulduğu küfür kısa ama çok etkiliydi. Gülümsedi. Bir sigara çıkardı paketinden. Kalan son kibritiyle ateşe verdi tütünü. Sigarasından derin bir nefes aldı. Yağmur damlaları ahmakıslatana dönüşmüştü. Yürümeye devam etti. Kitapçının hemen karşısındaki duvarın dibinde kuru bir yer aradı kendine. Kuru yer bulmak önemliydi. Ne de olsa insanoğlu altının ıslak olmasından hazzetmezdi. Yağmur altında sırılsıklam olmuş olsa bile. Sonunda oturabileceği kuru bir yer buldu ve oturdu. Sigarasını söndürmüştü. Kafasındaki eski püskü şapkasını çıkarıp önüne koydu. Üzerindeki hayli yıpranmış ceket mi gömlek mi olduğu belli olmayan bez parçasına biraz daha sarınıp beklemeye başladı. Bilindik dilenci yalvarmalarına bir türlü dili dönmeyen bu adamın sessizliği, yüzündeki çizgilerin dillenmesine, gözlerindeki soluk renklerin canlanmasına sebebiyet veriyordu. Gözleri sürekli şapkasındaydı. Bu, belki de şapkaya atılan her para ile utancını kanatmaya yarayan bir işkence yöntemiydi. Kim bilir! Yağmur yağmaktan yorulmuş olmalı ki kesilmişti.
*
Adam yüzünü şapkasından kaldıracak oldu. Bir çift kahverengi çizme gördü şapkanın biraz ötesinde. Hemen başını eski yönüne doğru çevirdi. Önce şapkasına para bırakacak sıradan çizmelerden biridir diye düşündü. Bekledi. Şapkaya para filan düşmedi. Meraklandı. Kafasını şapkasından kaldırdı. Hâlâ oradaydı. Kahverengi deri çizmelerin üzerindeki yağmur damlalarına baktı bir süre. Her şey çok hareketsizdi. Tedirgin ve meraklı bir hâlde kaldırdı kafasını hareketsizliğe karşı gelerek. İlk kez dilenirken biriyle göz göze gelecekti. Utancı ve merakı el ele vermiş, kalbini sıkıştırıyorlardı. Göz göze geldiler. Dilenci, gökkuşağının gölgesinde oturduğunu hissetti birden. Kalbi ferahladı. İçinden “Tanrım, iyiki varsın,” diye geçirdi. Kahverengi deri çizmelerin sahibi elindeki kitabı uzattı adama. Dilenci uzandı ve aldı kitabı. Kahverengi deri çizmeler kayboldular çabuk adımlarla. Dilenci şaşkındı. Önce kitaba şöyle bir göz attı. Bir numara, bir adres aradı. En azından bir isim. Kitap hayranlık uyandıracak derecede temizdi, çiziksizdi. Üzüldü dilenci. “Belki de çözmem gereken bir şifre var kitabın içinde,” diye düşündü. Bu düşüncesine başka zaman olsa katıla katıla gülerdi. Şimdi? Şimdi durum farklıydı. Bir umut okumaya başladı kitabı. Bir dilenciyi ilk kez kitap okurken gören insanlar şaşkındılar. Bazısı durup öylece dilenciye bakarken, bazısı dilencinin fotoğrafını çekiyor, görüntüsünü kaydediyordu. Bu akşam sosyal paylaşım ağlarının bir numaralı konusu bu dilenci olacaktı. Hiç kuşkusuz! Belki televizyona bile çıkardı. Dilenci kimseye aldırış etmeden okumaya devam etti. Okudukça daha çok okumak ve kahverengi çizmeli gizemi hakkında bir ipucu elde etmek istiyordu. Okudu. Daha çok okudu. Hiç okumadığı kadar çok okudu. Okuduğu her cümle dilenciyi aramızdan alıyor ve başka bir zamana götürüyordu. Artık bir dilenci değildi. Yüzündeki ifade, bunu insanlığın kırışıksız suratına vuruyordu. Dilenci son sayfayı da bir solukta okudu. Kitabın kapağını kapattı. Gözlerini yumdu. Bulunduğu zamandan aramıza dönmeye hiç niyeti yok gibiydi. Dilenci için artık her şey çok netti. Hafifçe araladı gözlerini. Kahverengi çizmeleri gördü tekrar şapkasının yanında. Kaldırdı kafasını. Kahverengi çizmelerin sahibi eğildi. Kitabı aldı elinden dilencinin ve çabuk adımlarla kaybolmaya başladı. Dilenci kahverengi adımların ardından bağırdı:
“Maria Puder, mavi gözlü olmalı”
Sokaktakiler dilenciye baktılar. Hiçbirinin mavi gözleri yoktu.
Bayram sabahına uyanmak gibisi yoktur. Kulağımda Barış Manço’nun sesi yankılanır: “Bugün bayram erken kalkın çocuklar.” En afili gömleğimi, yeleğimi, çizgili gri takım elbisemi; gıcır gıcır bayramlıklarını giymek için can atan çocukların heyecanıyla giyerim. Zeynep benim bayram sabahları çok daha yakışıklı göründüğümü söyler. Gülümserim. Bir öpücük kondururum yanağına. “İyi bayramlar karıcım.”
Bayram namazı için evden dışarı adımımı atarım. Ayağımda boyalı kunduralarım. Sabahın nefesi saçlarımı okşar. Kuşların beni takip ettiğini bilirim. Sokakta, hiç tanımadığım küçük bir çocuk elimi öpmek ister. Alışkanlık, elimi hızla geri çekerim. Kocaman sarılırım küçük çocuğa. Uzun beyaz sakallarım çocuğun yüzüne değer. Çocuk gıdıklanır, gülmeye başlar. “İyi bayramlar dede.” Cebimden en tatlı şekerlemeleri çıkarırım. “İyi bayramlar çocuk.” Babası elinden tutar çocuğun ve niyet ederler bayram namazını kılmak için adım atmaya. Eşlerini namaza gönderen kadınlar 9/8 lik türküler eşliğinde kahvaltı sofrası hazırlamaya başlarlar. Neşeleri evden dışarı taşar, sokak sokak yayılır. Annelerin söylediği türküye kızları da katılır:
“Dolama dolamayı
Getirin bağlamayı
Nerden öğrendin hanım
Sen oyun oynamayı.”
Cami tıklım tıklım doludur. Dışarı serilmiş hasırların birinde yer bulurum kendime. Bayram namazı kılınır. Duadan sonra büyüğünden küçüğüne herkes bayramlaşmaya başlar. Birbirini hiç tanımayan insanlar, birbirleri için en içten dileklerde bulunurlar. Kucaklaşırlar. Büyüklere hürmet edilir. Küçükler sevindirilir. Cami çıkışında sabahın nefesi yüzümde dolanır, yine saçımı okşar. Zeynep kahvaltıyı hazırlamıştır, diye geçiririm içimden. Adımlarımı hızlandırırım. Arabanın biri yanıma yanaşır. İçindeki delikanlılardan biri seslenir:
“Amca, gideceğin yere kadar bırakalım.”
Bu zamanda kimse kimseye güvenmez. Ancak bayramlar bu zamandan değildirler. Binerim arabaya. “Ömrünüz bol olsun evlatlar.” Eve gelene kadar muhabbet ederiz delikanlılarla. Dertleri çoktur gençlerin ama gülmesini bilirler, hayal kurmasını da. Evin kapısına varınca araba durur. Cebimdeki şekerlemelerden uzatırım delikanlılara. Şeker, delikanlılığı bozmaz nasılsa. Bayramlaşırız. Devam ederler yollarına.
Evin kapısını açarım. Telefon çalmaya başlar. Zeynep’e seslenirim. Duymaz. Telefon çalmaya devam eder. “Alo” derim en acemi halimle. Tanıyamam önce arayanı. “Benim öğretmenim, Yasin. Şanlıurfa Siverek’ten. Öğrenciniz.” Hatırlamaya başlarım. Siverek’te öğretmenliğimin ilk yıllarında okuttuğum öğrencilerim gelir aklıma. “ Yasin. Hatırladım oğlum. Nasılsın?” Telefonumu bilinmeyen numaralardan almış. Ankara’daymış. Beni görmek istermiş. Mümkünse bugün. Ne kadar mutlu oldum, anlatamam. “Elbette Yasin, elbette.” Evimin adresini veririm Yasin’e. Telefonu kapatırım. İçim içime sığmaz. Zeynep konuştuklarımızı duyar. Gülümser. Kahvaltılıklar masanın üzerindedir. Çayı demlerim. Canım kızarmış ekmek çeker. Kızartırım. Zeynep ile oturur bir güzel kahvaltı ederiz. Kızarmış ekmeğe reçel sürerim. Afiyetle yeriz. Zeynep, kızarmış ekmeğin üzerine sürdüğüm gül reçelim.
Kapı çalınır. Ayaklanırım. Üç sevimli kız çocuğu. Ellerinde şeker torbaları.“İyi bayramlar dede” derler hep bir ağızdan. Hepsini yanaklarından teker teker öperim. Şekerleri atarım torbalarının içine. “İyi bayramlar çocuklar.” Kız çocuklarını hep daha çok severim. Aradan epey zaman geçer. Şeker toplayan çocuklar yorulmuş olmalılar ki, evin kapısı epeydir çalınmaz. Zeynep sessizleşir. Gözlerime tatlı bir uyku çöker. Bayram rüyalarından birine dalmak üzereyken kapı çalınır. Üzerimdeki uykunun verdiği sersemliği çıkarır bir kenara atarım. Kapıyı açarım. Karşımdaki adam kırk yaşlarında var. “Öğretmenim” der. Kırk yaşlarındaki birinin bana ilkokul çocuklarının ağzıyla “öğretmenim” demesi garibime gider. “Yasin” derim. Kucaklaşırız. En son otuz üç sene önce kucaklaştığımızı anımsarız. Daha da çok sarılırız birbirimize. Elimden öpmek ister. Alışkanlık, elimi hızla geri çekerim. İçeri buyur ederim. Zeynep görür Yasin’i. Gülümser. “Hiç değişmemişsiniz öğretmenim” der Yasin. “Yaşlandık be evlat, yaşlandık” derim en babacan halimle. Anlatmaya başlar Yasin. Nisan ayında çıkarmış Siverek’ten. Eylül’e kadar Konya’da şeker pancarı sularmış. Altı tane çocuğu varmış. Üçü kız, üçü erkek. Allah bağışlasın. Bayramda işler yüzünden memlekete gidememiş. Buruk bir bayram geçirdiği yüzünden belli. Sağolsun, telefonumu bulunca beni görmek istemiş. Bayrama da denk gelince böyle şenlikli olmuş işte. Sohbetimiz ilerler. Otuz üç sene evvele döneriz beraber. Sonra bir sessizlik alır tüm sözcüklerimizi dilimizin ucundan. Kafamızın içinde onlarca anı bir film şeridi gibi akmaya başlar yavaş yavaş. Gözlerimiz halıdaki desenlere takılır. Desenler olur bana Osman amca, Halime nine, Mehmet, Yusuf, İbrahim ve daha niceleri. Yasin sessizliği bozmak ister:
“Yenge hanım yoklar mı?”
Usulca bakarım Yasin’in gözlerinin içine. Yasin yanlış bir şey söylemiş gibi susar. Önüne bakar. Utanır. “Görmüyor musun, işte tam şurada, şurada ve şurada ” diye gösteririm elimle Zeynep’i. Yasin elimle gösterdiğim yerlere bakar. O zamana kadar dikkat etmediği irili ufaklı onlarca fotoğrafa dikkatlice bakmaya başlar. Şaşkınlıkla çevirir gözlerini bana. Bir şey söyleyemez. Hiçbir şey anlamadığı gözlerinden anlaşılır. Gülümserim.
Doğumhanenin kapısının önünde bir sağa bir sola gidip geliyorum. Dudaklarım kıpır kıpır. Bir duayı dillendiriyorum. Biraz ilerde babam ve kayınpederim sohbet ederek birbirlerine moral veriyorlar. Karşılarındaki sandalyelere annem ve kayınvalidem oturmuşlar. Kol kolalar. Gözlerinde umutlu ama bir o kadar da tedirgin bir bekleyiş var. Zaman geçmek bilmiyor. Adımlarım sıklaşıyor. Kalbim sıkışıyor. Aklıma hep en kötü senaryo geliyor. Birden doğumhanenin kapısı açılıyor. Yüreğim, su içen kuş misali buharlaşma enerjisiyle çalışıyor adeta. Kanımın buharlaştığını hissediyorum. Hemşirenin karşısında heyecandan sürekli sallanıyorum. Hemşire bana bakarak gülümsüyor. İçimdeki ses bu sefer çok ama çok haklı:
“Konuşsana be kadın”
Hemşire bana bakarak gülümsemeyi sürdürüyor ve yanağındaki gamzeden bir güzel haber çıkarıp bırakıyor avuçlarıma:
“Nur topu gibi bir oğlunuz oldu efendim. Tebrik ederim.”
Biraz sonra annenin odasına alınıyoruz. Yorgun ama mutlu gözlerle bizlere gülümseyen karımın yanağına bir öpücük konduruyorum. Oğlumu kucağıma alırken titriyorum. İliklerime kadar babalığı hissediyorum. Avuçlarımın arasından bana göz kırpan mucizeyi gözyaşlarımla ıslatıyorum. Heyecandan sesim kısılmış. “Hoş geldin oğlum” diye fısıldayabiliyorum ancak esnemeye başlayan mucizenin kulağına. Adını Yusuf koyuyoruz. İlk günler, aylar kendimizi neşeli bir Gogol Bordello şarkısının içinde buluyoruz adeta. Güzel günler yaşıyoruz. Mutlu, neşeli günler. Aradan altı ay geçiyor. Yusuf’un rutin kontrolleri esnasında doktor hiç de rutin olmayan cümleler kurmaya başlıyor. “Yusuf’un kas hastalığı var. Kasları her geçen gün eriyor” diyor. Bunun nedeninin doğuştan olduğunu ama yeni yeni ortaya çıkmaya başladığını, eşimle benim kromozomlarımızın mı genlerimizin mi ne uyuşmadığını söylüyor. Bir tek Yusuf’un değil, olacak tüm çocuklarımızın da aynı hastalığa yakalanacağını ekliyor. Kendinden oldukça emin. Anlattıkça anlatıyor. Yusuf’un kalbinin zayıf olduğundan bahsediyor. “Her türlü duruma kendinizi alıştırmalısınız” demeden de geri kalmıyor. Devam ediyor anlatmaya. O anlattıkça dalıp gidiyoruz derinlere. Kendimizi suçlamaya başlıyoruz. Uyuşmayan genlerimize içerliyoruz. “Çare” diyoruz, “çaresi yok mu bunun doktor?” “Maalesef” diyebiliyor tıp bizlere. “Şimdilik yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Allah’tan ümit kesilmez.” Yıllar geçiyor. Yusuf yaş almaya başlıyor. O yaş aldıkça kasları birer birer ölüyor. Her günü bir önceki gününü aratıyor. Yusuf gözümüzün önünde tükeniyor. Çaresizlik. Elimizden gelen tek şey çaresizlik. Çok şükür sesini duyabiliyoruz. “Anne” diyor önce sonra “baba”. Ardından bülbül gibi şakımaya başlıyor. Okul çağına gelince, emekli ilkokul öğretmeni olan babam okuma öğretiyor Yusuf’a. Elleri kalem tutamıyor. Bu nedenle yazması, çizmesi kalıyor bir kenarda. Çok çabuk öğreniyor ama okumayı, çok da seviyor. O okudukça ben, kırtasiyemizin raflarındaki kitapları birer ikişer eve taşıyorum. Yusuf okudukça yürüyor, koşuyor, hopluyor, zıplıyor adeta. Yüzünü öyle bir aydınlık kaplıyor ki görmelisiniz. Sayfaları her çevirişimde gülümsüyor. Onun bu mutluluğu bizim tebessümümüz oluyor. Birkaç yaş daha büyüyünce eve aldığım gazeteleri de okumak istiyor. Baba oğul bir oluyoruz, gazetelerin altından girip üstünden çıkıyoruz. Beraber bisiklet sürmek kadar mutlu ediyor bu bizi. Çoğu gece uyumadan evvel “Ben niye böyleyim?” diye soruyor. Eşimle göz göze geliyoruz böyle anlarda. Boğazımıza kelimeler düğümleniyor. Hiçbirini çözemiyoruz. Tek yapabildiğimiz Yusuf’a masallar anlatmak oluyor. O da masalın orta yerinde uyuyakalıyor. Günler böyle sürüp gidiyor. Her ay düzenli olarak Yusuf’un doktoru ile görüşüyoruz. Aradan geçen zamanda doktorun cevabı hiç değişmiyor:
“Şu an için yapılabilecek hiçbir şey yok!..”
Yusuf koca delikanlı oluyor. Bizlere bir bebek kadar muhtaç koca bir adam. 10 yılı tek bir dilek tutarak geçiriyor(uz). Gerçekleşmeyen tek bir dilek. Çaresizliğimiz, umudumuzun kafasına silah dayamış, ateş etmeyi bekliyor. Her geçen gün biraz daha tükeniyoruz. Doktorlar Yusuf’un bunca sene hayatta kalmasının bile “mucize” olduğunu söylüyorlar. Tek tesellimiz belki de bu mucize oluyor.
Çok sıradan bir günde olağanüstü bir telefon alıyoruz. Doktoru, Yusuf’un iyileşmesi için küçük de olsa bir umut belirdiğini, hemen bizimle görüşmek istediğini söylüyor. Uçuyoruz adeta. Doktor, Almanya’da Yusuf’a benzer birkaç hastada ilerleme kaydeden bir hastane olduğunu belirtiyor. “Oraya gitmekte yarar var”, diyor. “Ancak biraz masraflı olur” diye de ekleyiveriyor. Para, pul umurumuzda değil. Evi, arabayı satıyoruz. Eş, dost, akraba da yardım ediyor, denkleştiriyoruz hastanenin parasını. Eşimle oğlumu Almanya’ya yolcu ediyorum. Onların yanında olamıyorum. Bu duruma ne kadar hüzünlensem de burada kalmam ve çalışmam gerekiyor. Üç ayımız telefonlarda geçiyor. Bilgisayar başlarında sabahlıyoruz. Her ay koca bir hediye paketi yolluyorum Yusuf’a. İçine kitaplar, gazeteler, dergiler, kısacası Yusuf’un neşesini yerine getirecek ne bulursam koyuyorum. Her paketin içine iki tane de mektup bırakıyorum. Birisi oğluma, birisi eşime. Tüm özlemimi satırlara işliyorum.
Son telefon görüşmemiz de Yusuf’un sesi hiç iyi gelmiyor. Annesi, Yusuf’un çok iyi olmadığını söylüyor. “Gelsen ne iyi olur” diye de ekleyiveriyor. Arayıp da bulamadığım şey!..Borç harç ayarlıyorum yol parasını. Ertesi gün indiriyorum kepenklerini kırtasiye dükkânının ve tutuyorum Almanya’nın yolunu. Yusuf beni karşısında görünce inanamıyor önce. İlaçların etkisiyle hayal gördüğünü zannediyor. Eşim boynuma sarılınca anlıyor düşsel değil gerçek olduğumu. “Baba” diye inletiyor ortalığı. Özlem gideriyoruz. Epey zaman sonra Yusuf, hemşirenin yaptığı iğnenin etkisiyle uyumaya başlıyor. Eşim durumu anlatıyor:
“Tedaviyle birlikte kalbinin güçlenmesi için de çalışıyor doktorlar. Ama kalbi çok zayıfmış. Tedavi o yüzden çok yavaş ilerliyor. Bir kaç kez rahatsızlandı, biliyorsun. Kalbi güçlenmezse…” Ağlamaya başlıyor noktayı koyamadan. Onu teselli etmeye çalışırken gözlerimden yaşların akmasını engelleyemiyorum. Dua ediyoruz. Bu, ikimizin de gönlünü havalandırıyor adeta. Ferahlıyoruz. O gece, Yusuf iyice rahatsızlanıyor. Yoğun bakıma alınıyor. Aradan iki gün geçiyor. Yusuf yoğun bakımdan bir türlü çıkamıyor. Doktorlar, “umudunuzu yitirmeyin” diyorlarmış. Karım böyle çeviriyor doktorların söylediklerini. Üçüncü gün, Yusuf yerine kötü haber çıkıyor yoğun bakımdan. Ağıtlar, ağıtlar, ağıtlar… Yusuf’u kaybediyoruz.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
Gözyaşı, hüzün, acı, suçluluk, özlem… Hepsini yanımıza alıp dönüyoruz Türkiye’ye. Yusuf’u defnediyoruz. Dualar, gözyaşları, helallikler… Birkaç gün eş, dost, akraba, konu komşu taziyelerini iletmek için giriyorlar kapımızdan içeriye. Bazıları gerçekten acımızı paylaşıyorlar bazılarıysa kulaktan kulağa oynamayı daha münasip buluyorlar:
“Almanya’ya gitmeye ne lüzum vardı.” , “Doktorlar yanlış tedavi uygulamışlar.” , “Göz göre göre öldürdüler çocuğu.”, “Adam aslında hastaymış ondan böyle olmuş çocuk.” , “Yok yok, ben duydum aslında kadın hastaymış…” Uzayıp giden fısıltıları içimize atmaktan başka bir şey yapamıyoruz. An geliyor, herkes hayatımızdan çekiliyor. Ne kapımız çalınıyor daha fazla ne de fısıltılar yankılanıyor duvarlarımızda. Yalnızlık, bizi içten içe kemiren suçluluk duygumuzla yüzleşmemizi sağlıyor. Başımız önümüzde, gözlerimiz buğulu, yatağımızın kenarına oturur halde intihara kalkışıyoruz:
“Bu evliliği bitirmeliyiz Cemil.”---->Bu, Yusuf için.
“Haklısın Sevim, bitirmeliyiz.” ---->Bu, doğmamış çocuklarımız için
Gereği düşünülüyor. Şiddetli uyuşmazlıktan tek celsede boşanıyoruz. Onu bir daha hiç görmüyorum. Âşık olduğum kadından yalnızlık kadar uzaklaşıyorum. Ancak bu şekilde dayanabiliyorum yokluğuna. Yıllar o kadar hızlı hareket ediyorlar ki, saçlarım ağarıyor, ellerim buruşuyor, yakını görememeye başlıyorum. Biriktirdiğim birkaç kuruş ile küçük bir ev satın alıyorum Yusuf’un mezarının bulunduğu muhitten. Neredeyse her gün ziyaret ediyorum oğlumu. Kitaplar okuyorum ona. Gazetelerdeki iç açıcı haberleri de tabi. Zamanımın çoğunu Yusuf’la geçiriyorum.
Bir Cuma günü, namaz çıkışı yine soluğu Yusuf’un yanında almak için yol alıyorum. Yanına yaklaştıkça yalnız olmadığını görüyorum oğlumun. Sırtı bana dönük bir kadın ve ilkokul çağlarında bir çocuk Yusuf’un toprağının üzerine çiçekler yerleştiriyorlar. Adımlarımı hızlandırıyorum. Daha da yaklaşıyorum Yusuf’a, kadına, çocuğa. Yaklaştıkça adımlarım sessizleşiyor, kalbim yirmi yaşındaymışım gibi atmaya başlıyor. Kadın yüzünü bana doğru dönüyor. Bulutsuz yaz sabahları kadar mavi bir çift gökyüzü bana doğru bakıyor. “Sevim” diyebiliyorum sadece. Şaşkınlığım ve özlemim gözyaşı olup süzülüyorlar yanaklarımdan. Gökyüzü(m) buğulanıyor. Boynuna sarılmak, ellerini tutmak, gözlerinin mavisinde kaybolmak istiyorum ama yapamıyorum. Doğaçlama bir şekilde kuru ‘merhaba’ları oynuyoruz ve sanata bir darbe de biz vuruyoruz.
Yusuf’un yanına oturuyoruz. Önce sesimiz çıkmıyor.(Gözlerimizde sözcüklerin tedirginliği) Sonra susamıyoruz.(Dilimizde anlatılmamış onca sene) Evlenmiş. Bu kıvır kıvır saçları olan, dünyalar güzeli çocuk da kızıymış. Adı Züleyha. Bana “Cemil amca” diyor. “Baba diyebilseydi keşke” diye geçiriyorum içimden. Ben de anlatıyorum ne var ne yoksa. Bir daha evlenmediğimi, kırtasiyeyi sattığımı, Yusuf’a yakın olabilmek için yakınlarda bir yere taşındığımı söylüyorum. Yusuf’tan, eski günlerden de konuşuyoruz elbette. Zihnimizde tutsak kalan nice acı tatlı anıya gün yüzü gösteriyoruz onca yıldan sonra. Ayrılma vakti geliyor. “Hoşça kal” diyor Sevim. “Hoşça kal”
Züleyha bir yandan yürüyor bir yandan el sallıyor. Uzaklaşıyorlar. Gözden kayboluyorlar. Dalıp gidiyorum arkalarından bakarken. İkindi ezanıyla kendime geliyorum. Yusuf’un yanına dönüyorum. Saçını okşar gibi toprağını okşuyorum. Gözlerinden öpüyorum. “Oğlum”, diyorum. “Bekle. Namazımı kılıp, geliyorum.”
Biz İsrail’i suçlayanlar Çağrımıza Destek Veren Bütün Sanatçılar Adına İsrail Hükümetine Sesleniyoruz:
Adorno, Auschwitzh’den sonra şiir yazılıp yazılamayacağını sormuştu. Siz bizim son şiirimiz Mavi Marmara’yı Akdeniz’de kurşunladınız. Sabra ve Şatilla’da, Kana’da, Cenin’de, Ramallah’ta, Batı Şeria’da… yaptığınız sayısız katliama Mavi Marmara katliamını eklediniz. İçinde yazarımız Hakan Albayrak’ın ve pek çok arkadaşımızın bulunduğu gemiye uluslararası sularda saldırdınız. Korunmasız sivil insanları başlarından vurdunuz. Sadece bize ve kardeşlerimize değil, 33 ülkeden gelen şefkate, merhamete, dostluğa, yardımlaşmaya savaş açtınız.
İsrail hükümeti olarak insanlığa karşı suç işlediniz. Bununla da kalmayıp vahşetinizi savundunuz. Bilgi akışını engellediniz. Yaptığınız katliamı dünya medyasına, Seferoğullarıyla Tellioğullarının Tosun Paşa filmindeki olağan bir kavgasıymış gibi yansıttınız. Oysa bu hiç de komik ve adil bir kavga değildi.
Bu kavga artık sizinle bütün gezegenin vicdanı arasındadır. Akdeniz’deki vahşet, bütün insanlığın ortak meselesidir artık.
Gazze Özgürlük Filosuna yaptığınız müdahale korsanlık, yolcuları gözaltına almanız adam kaçırma, kardeşlerimizi vurmanızsa katilliktir.
İstanbul’dan yolcu ettiğimiz gemiler, Gazzeli çocuklar için yaşama ümidiydi. Ama siz ümidin düşmanısınız. Bugün ölüm yıldönümünde andığımız dünya şairi Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Akarsuyun, meyve çağında ağacın, serpilen gelişen hayatın düşmanısınız.”
Bugüne kadar hep kaçak güreştiniz, bel altından vurdunuz. Filistinli liderlere suikastlar düzenlediniz. Çocukları yetimliğe, anneleri evlat acısına sürüklediniz.
Kafka sizin yaptıklarınızı görseydi yazdıklarını tekrar gözden geçirirdi. Ortadoğu halklarını “ceza sömürgesi” haline getirdiniz, Gazzeli çocukları “açlık cambazı” yaptınız. Ördüğünüz duvarlarla, bürokratik engellerinizle, bitmek tükenmek bilmeyen yalanlarınızla, Filistinlilerin hayatını Kafkaesk bir romana çevirdiniz.
İsrail Hükümeti ve bütün Siyonistler ve bütün emperyalistler
Şunu iyi bilin ki bundan böyle; Sizintankla, topla, tüfekle sürdürdüğünüz vahşete karşı; elimizdeki bütün sanatsal araçlarla mücadele edeceğiz. Sizi entelektüel, siyasal ve duygusal ablukaya alacağız.
Gerektiğinde Rachel Corrie gibi, buldozerlerinizin önüne dikilmekten
Jean Genet gibi, yaptığınız katliamları yüzünüze vurmaktan
Edward Said gibi, namlularını çocuklara yöneltmiş askerlerinizi taşlamaktan çekinmeyeceğiz. Bu dava için özel mesai harcayacağız. Kendimizi ve bütün Filistinli çocukları; edebiyatla, sinemayla, müzikle… savunacağız.
Hanzala’nın yanından 1 saniye bile ayrılmayacağız.
Sizi öyle bir pataklayacağız ki, hayatınız gözlerinizin önünden Gazze Şeridi gibi geçecek. Bu hayatta işlerin cinayetle yürümediğini anlayıp pişman olacaksınız. İşte o güne dek sizinle mücadele edeceğiz.
( 3 Haziran 2010 tarihinde Muammer Karaca Tiyatrosu'nda okunan basın bildirisidir)
-Sen iğrenç bir adamsın Savaş Gerçek. Midemi bulandırıyorsun. Rachel’ı gözünü kırpmadan öldürdün. Hem de hepimizin gözleri önünde. Hem de hiç acımadan. Bir de inkâr ediyorsun. Bayağının aşağısı, aşağının da bayağısı birisin sen!..
-Rachel’ı ben öldürmedim. Ben kimseyi öldürmedim.
-Kimseyi öldürmedin ha? Milyonlarca ceset var senin kalbinde Savaş Gerçek. O cesetler sayesinde kalp kapakçıkların kasılıp gevşiyor. O cesetler sayesinde nefes alıp veriyorsun sen.
-Ben kimseyi öldürmedim. Bunu sen de çok iyi biliyorsun Barış Hayal.
-Sus, konuşma daha fazla!..Aort damarın çatlamış senin. Durmadan kirli kan pompalıyor vücuduna.
-Yeter artık Barış Hayal!.. Kendine bir bak. Ne görüyorsun? Beyazlara bürünmüş bir derviş görebiliyor musun? Hiç zorlama Barış Hayal, göremezsin. Çünkü sen hiçbir zaman beyazlara bürünemedin. Sen hiçbir zaman kendin olamadın. Senin için emek sarf edenlere karşılığını terleri kurumadan veremedin. Hatta neredeyse hiç karşılık vermedin onlara. Yalancı gülümsemenle onları oyaladın. Para karşılığında sattın kendini Barış Hayal? Kaç damla petrol ediyorsun söyle?
-Sen benimle nasıl böyle konuşursun! Bir tek laf daha edersen…
-Ne yaparsın Barış Hayal, öldürür müsün beni? Bunu yapamazsın sen. Çünkü sen bana muhtaçsın. Benim var olmam demek senin özlenmen demektir Barış Hayal, unutma bunu. Özlenmek de hiç unutulmamak demektir. Diyelim ki beni öldürdün ve dünya sana kavuştu Ne olacak, hiç düşündün mü? Düşünmüş olmalısın Barış Hayal, ne şeytansın sen. Yine de ben söyleyeyim: Bir süre sonra sıradanlaşacaksın Barış Hayal. Seni yüceleştirenlerin arasına katılacaksın. Onlardan biri olacaksın. Seni çok sevecekler ama sana daha fazla tapmayacaklar. Kendin olacaksın. Kendin olmayı gerçekten becerebilirsen unutulmaya başlanacaksın. Bunu bildiğin için hiçbir şey yapmıyorsun. Gerçeğe dönüşmekten korkuyorsun. Hayata karışmaktan korkuyorsun. Korkularını yenebilmek için de bir şey yapmıyorsun Barış Hayal. Çünkü sen miskinin tekisin. Senin miskinliğin yüzünden her gün yüzlerce insan ölüyor, farkında mısın? Farkındasın tabi, hiç farkında olmaz mısın sen! Dünya öyle bir yer ki Barış Hayal, tembelliğin, korkun, fahişeliğin seni iyi adam yapıyor. Herkesin gözünü boyamış bir düzenbazsın sen. Rachel’ı sen öldürdün Barış Hayal. Bombaların arasında ölen çocuklar senin eserin. Açlıktan ölen insanlar senin eserin.
-Neler saçmalıyorsun sen!..
-Hiç de saçmalamıyorum Barış Hayal. Ne yazık ki, ben de senin eserinim. Ben, senin arkasına saklanabileceğin karanlığınım. Bu kanlanmış gömlekleri sen geçirdin üzerime. Üzerime sinmiş barut kokusu senin soluğun. Her şeyin sorumlusu sensin Barış Hayal. Sen aşağılık bir katilsin!..
Bir saatten fazladır lapa lapa kar yağıyordu. Ankara’nın tüm sokakları kardan motiflerle örülmeye başlanmıştı.
Sigara içmek için terasa çıktım. Genç bir adam elindeki kürekle terasın zeminine birikmiş olan karı temizlemeye çalışıyordu. “Kolay gelsin” diyerek yanından geçtim. Kafasını kaldırmadan “Eyvallah” dedi ve elindeki küreği beyaza boğdu.
Sigaramı yakıyorum ve derin bir nefes çekiyorum. Dumanı kendi ciğerlerimden geçirip Ankara’nın ciğerlerine salarken birkaç kar tanesini yolundan ediyorum. Yüksel caddesine bağlanan sokakların tümü neredeyse bembeyaz olmuşlar. Birkaç sokakta ise arabaların erittiği karların suları bir rögara doğru uygun adımda yol alıyorlar. Çocuklar ya kardan adam yapıyorlar ya da kartopu oynuyorlar. Sevgililer, siyah beyaz bir fotoğrafın kadrajından ayak izlerini bıraka bıraka uzaklaşıyorlar. Yüksel caddesinin heykelleri, amatör müzisyenlerin ezgilerine kulak misafiri oluyorlar. Kestanecinin önündeki kalabalığın yanı başında duran bir kadın ise daha önce hiç kar görmemiş birisi gibi şaşkınlıkla eline bir avuç kar alıyor. Çok kısa bir süre sonra şaşkınlığının yerini kahkahalara bırakıyor. Gülümsüyorum.
Sigaramdan bir nefes daha aldım. Şimdilik Ankara’nın ciğerlerine ısmarladığım son kanserli nefesimdi bu. İzmariti çöp kutusunun içine birikmiş olan karların üzerine diktim. İçeriye girdim. Beni elinde gitarı ile Souad Massi karşıladı: Ghir Enta..Souad Massi’nin de yalnızca beni sevdiğinden şüphem yoktu. Hiç sesimi çıkarmadım ve sigara içmeden önce oturmuş olduğum masaya geri döndüm. Yanıma gelen delikanlı bir isteğimin olup olmadığını sordu.
“Sade bir Türk kahvesi” istedim. Delikanlı başıyla ‘peki’ anlamında bir hareket yaparak yanımdan ayrıldı. Kahvenin gelmesini beklerken etrafımı izlemeye koyuldum. Karşımda epeyce kitaba sahip bir kitaplık, ortada birkaç masa ve onları çevreleyen sedirler vardı. Duvarlar film afişleri, tablolar, hat sanatı örnekleri ile kaplıydı. Burada her türden insana rastlamak mümkündü: Yaşlılar, gençler, bedeni yaşlı olup ruhu genç olanlar, bedeni genç olup ruhu ihtiyar olanlar… Her türden insanın mekânı aynıydı ve herkes halinden memnun gibiydi.
Her bir masaya göz ucuyla misafir olurken dış kapının açıldığını fark ettim. Genç bir adam ve adamın koluna girmiş benim yaşlarımda bir kadın yavaş adımlarla içeriye girdiler ve buldukları boş bir masaya oturdular. Kadın, adama teşekkür eder gibi hareketler yaptı ve bunun üzerine adam gülümseyerek kadının yanından ayrıldı. Kadın üzerindeki paltoyu çıkarırken göz göze geldik. Biraz sonra bir kez daha göz göze geldik ve daha sonra bir kez daha. Bu arada kahvem gelmişti ve ben neredeyse telveye ulaşmıştım. Kahveyle birlikte servis edilen sudan bir yudum alırken yine göz göze geldik. Az kalsın bir kaşık suda boğuluyordum. Kadın, benim boğularak ölmeme pek aldırış etmedi. Hatta oralı bile olmadı. Üzüldüm mü şaşırdım mı bilmiyorum. Öksürürken kadının, biraz önce şaşkınlık içinde bir avuç karı eline alan ve sonra kahkaha atarak beni de gülümseten kadın olduğunu fark ettim. İhtiyar zihnim ölmek üzereyken canlanmıştı. Kadına uzun uzun baktım. O, bana kısa kısa bile bakmadı. İçimdeki “kalkıp kadının yanına gitme” isteği gittikçe büyüyor ama yeni yetme liseli âşıklar gibi utanıyordum. Üstüne üstlük şimdiye kadar hiçbir kadının yanına da gitmemiştim. Narkissos kadar yakışıklı bir adamdım ve bulunduğum ortamdaki tüm kadınların ilgisini çekebiliyordum. Bu nedenle ben, dediğim gibi dostlarım, hiçbir kadının yanına gitmedim. Onlar hep yanımdaydılar zaten. İhtiyarlamış olsam da bu değişmezdi. Değişemezdi.
Ancak bu sefer durum farklıydı. Bu kadının yanına gitmekten, sesini duymaktan başka bir şey düşünemiyordum. Bu, şimdiye kadar hiç hissetmediğim bir duyguydu. Ayağa kalktım. Oturduğu masanın yanından geçtim ama beni fark etmedi. Merdivenlerden aşağıya indim. Her yer bembeyazdı. Hiç tereddüt etmeden beyaza karıştım. Güzel bir kartopu yaptım ve yukarı çıktım. Elleri masanın üzerindeydiler ve dua eder gibi açık duruyorlardı. Semayı avuçlarına sığdırmış gibiydi. Oturduğu masaya yanaştım ve kartopunu avuçlarına bıraktım. Önce irkildi. Kafasını bir o yana bir bu yana oynatarak beni bulmaya çalıştı. Göz göze geldik. Allah’ım gözleri ne kadar da maviydi. Sonra kafasını avuçlarına doğru yaklaştırdı. Ellerini kartopunun üzerinde gezdirdi. Gülümsediğini fark ettim.
“Bunu kim koydu avuçlarıma?”
Diye sordu. Şaşırmıştım. Ben, diyebildim sadece.
“Siz de kimsiniz?”
“Ben..Ben Nadir Narkoz”
“Niçin avuçlarıma koydunuz bunu?”
“Ben sadece… Biraz önce sizi gördüm. Elinize bir avuç kar aldınız ve kahkahalar attınız. Bu da hoşuma gitti. Sizinle tanışmak istedim sadece.”
Sessizlik kısa, hissedilen sessizlik ise epey uzundu.
“Eğer sizi rahatsız etmeyeceksem oturabilir miyim?”
Diye sordum. Bu kadında beni kendine her ne çekiyorsa gerçekten çok kararlıydı.
‘Buyrun’ der gibi bir el hareketi yaptı. Ya da ben öyle algıladım. Karşısındaki sandalyeye oturdum. Ellerini hâlâ kartopunun üzerinde gezdiriyordu.
Kadın kafasını kaldırdı. Göz göze geldik.
“İçinden şiirsiz geçilemeyecek kadar derin gözleri vardı.”[Nazan Bekiroğlu/Nun Masalları]
“Karşımda mı oturuyorsunuz?”
Diye sordu. Yine şaşırmıştım. Evet, dedim sadece. İhtiyar zihnim durumun ciddiyetini geç algılamıştı. Kadın görmüyordu. Kördü.
Demek o yüzden birkaç defa göz göze gelmemize rağmen beni görmezden gelmişti. Demek beni bu yüzden fark etmemişti. Zaten beni görmezden gelebilecek tek kadın, kör bir kadın olmalıydı, diye geçirdim içimden. Yüzümde en pis gülümsemem.
Uzunca bir süre anlattı. Sesi de gözleri kadar etkileyiciydi. Karın nasıl bir şey olduğunu hiç bilmemiş. İlk kez bugün dokunmuş ömrünce görmediği beyaza. Beyazın da nasıl bir renk olduğunu bilmiyormuş tabi. Aslında biliyor da olabilirmiş. José Saramago’ya göre körlük beyazmış. Kar da böyle bir beyazsa eğer, evet karın rengini biliyormuş. Arkadaşları hep ona kitaplar okurlarmış. Saramago’yu da oradan biliyormuş. Aslında karın rengini çok da önemsemiyormuş. Karın soğuk ama yumuşak olmasını sevmiş, mış, miş… Bu anlattıklarının arasından sadece adının Nergis Yankı olduğu dikkatimi çekmişti.
O konuştu, ben gözlerinin içine baktım. O konuşmaya devam etti. Ben, gözlerine biraz daha yaklaştım. O konuştukça ben gözlerine daha da çok yaklaştım. Artık nefesini hissedebiliyordum. O da benimkini hissediyor olmalıydı. Daha fazla konuşmadı. Dudaklarımız yavaşça birbirine değdiğinde, o hep açık olan masmavi gözlerinde kendi yansımamı gördüm.
İşte o anda hem kendime hem de Nergis Yankı’ya ihanet ettim.
Kendimi geriye doğru çektim. Bir tek kelime bile etmeden yanından ayrıldım. Nergis’in masmavi gözlerindeki ‘ben’ e âşık olmuştum. Korkmuştum. Eve doğru koşar adımlar attım. İhtiyar ciğerlerim bir süre sonra adımlarımı normalleştirdiler. Sonunda eve vardım. Kapıyı açtım. Karşımdaki boy aynasında kendime baktım. Aynadaki ‘ben’, âşık olduğum ben değildi. Geriye, Nergis’in yanına dönmek istedim. Beni alıkoymaya çalışan vicdanımın kalbine yakın mesafeden tek el ateş ettim. Biraz önce geçtiğim sokaklardan, caddelerden bir kez daha geçtim. Kara bata çıka az önce oturduğumuz mekâna ulaştım. Nergis’i bir türlü göremedim. Demek ki gitmişti. Delirmek üzereydim. Kendini uyuşturamamış bir uyuşturucu müptelasından farksızdım. Tekrar aşağıya indim. Kar etkisini azaltsa da her yer alabildiğine beyazdı. Bir o yana bir bu yana koşturarak Nergis’i aradım. Çok uzun süre aradım. Birden karın içine uzanmış birini gördüm. O tarafa doğru koşturdum. Her adımda Nergis’i daha rahat seçebiliyordum. Evet evet, bu O’ydu. Yanına vardım. Karların arasında deliksiz bir uyku çekiyor gibiydi. O hiç kapanmayan masmavi gözleri ise kapalıydı. Hayal kırıklığı yaşıyordum.
“Nergis Nergis, uyan” diye bağırdım. Uyanmadı. Omuzlarından tutup sarstım. Yine uyanmadı. Göz kapaklarını kaldırmaya çalıştım fakat başaramadım. İhtiyar zihnim durumun ciddiyetini anlamıştı ama salağa yatıyordu. Nergis, onurunun ayaklar altına alınmasını kalbine kabul ettirememişti anlaşılan. Ya da bana olan karşılıksız aşkının acısına dayanamamıştı. Her iki durumda da sonuç aynıydı: Nergis ölmüştü. Gözlerinin ardındaki ‘ben’le birlikte ölmüştü. Nergis’in kirpiklerine birikmiş olan karı gözyaşlarımla erittim. Mavide kaybolan ‘ben’ e ağıtlar yaktım.
Kar, yağmayı bırakmış ve erimeye başlamıştı. Nergis’in yanına uzandım. Kar mı soğuktu yoksa ölüm mü? Hissedemedim.
Gözlerim kapandı.
Eridim.Kar suyuna karıştım.
ve Bittim...
“Haiti’de 7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Binlerce kişi enkaz altında ölüm kalım mücadelesi veriyor.”
Sesler penceremin buğulu camında yazıya dönüştüler ve birkaç saniye içinde kayboldular.
Kalorifer ateşinde, pencereden dışarıyı seyreden kişi benim. Adım Traji Komik. İsmim ne kulağıma adımı fısıldayan dedemin yanlış telâffuzudur ne de nüfus memurunun yanlış anlaması. Hepsi annemin dehasıdır. Dokuz çocuklu bir ailenin son üyesiyim. Babamı doğumum esnasında kaybettim. Doktor “çocuğu kurtardık fakat babayı yaşatamadık” diyerek acı haberi verdiğinde başladı trajedim. Babamın benim doğumumda çok heyecanlandığı, bir o yana bir bu yana hızlı adımlar atarken bir yandan da sigara üstüne sigara yaktığı, paketin sonuna vardığı esnada da kalp krizi geçirdiği anlatıldı bana hep. Ama yemezler. Aynı sahneyi daha evvel dile kolay sekiz defa görmüş bir adam için benim doğumum “herkese benden çay” dedirtebilecek kadar bile heyecan yaratmamıştır, biliyorum. Ailemin, kurgulamanın doyumsuz hazzını yaşamasını engellememek için inanmış numarası yapıyorum sadece. Gerçek hakkında bir tahminim var tabi:
Babamın son zamanlarında hayat pahalılığından şikâyet ettiğini, annemle yaptığı kısa konuşmalardan işitir ve “ Hey ben buradayım, böyle şeylerden bahsedip psikolojimi bozmayın” demenin en etkili yolu olarak annemin karnına tekmeyi basardım. Ortalık sessizleşir, ilgi bana dönerdi. Bir zaman geldi, artık ben ne kadar annemin karnını tekmelesem de “alacak, verecek, borç, harç” sözcüklerinin sesleri kesilmez, aksine daha da çok çıkardı. Bu noktayı baz alarak, ben kendisinin aşırı dozda bebek maması ile intihar ettiğini düşünüyorum. Pek ucuz bir intihar şekli değil -bebek maması ucuz değil zira- ama kendisinin “hayat pahalılığı sana inat pahalı öleceğim ulan” hissiyatı içinde carpe diem yaşamış olabileceğini düşünüyorum. Benim gerçeğim de bu. Allah rahmet eylesin. Aziz okuyucu, babamın ruhuna eğer biliyorsanız bir Fatiha okumadan noktanın diğer tarafına geçmeyiniz lütfen. Annem babamın öldüğünü öğrenince çok üzülmüş. Hayat arkadaşını kaybetmenin acısının yanında dokuz çocukla tek başına kalmanın uzun metraj sorumluluğu mumyalamış tüm benliğini. Hayat bilindiği üzere pahalıymış, babam da nedense işsiz bir adammış. Malum geriye bir şey bırakmamış, ben ve sekiz kardeşim dışında. Bu olanların tüm sorumlusu benim. Annem de öyle düşünmüştü zaten. İntikam da soğuk yenmeliydi mutlaka.
-Adını ne koyalım kızım bu yavrucağın?
Uzun bir sessizlik. Araya Londra Senfoni Orkestrası giriyor ve çalmaya başlıyor:
Revenge*
-Traji olsun baba.
Hepimiz şaşkınlık içindeyiz. Çıkarabildiğim tüm aguguguları çıkarıyorum, dedem olur mu öyle şey diye söyleniyor ama nafile. Annem kararlı. Dedem ismime razı olmasa da bu acılı kadını daha fazla üzmek istemiyor. Sağ kulağıma ezan, sol kulağıma kamet okuyor. Sonra hem sağ hem sol kulağıma ismimi fısıldıyor:
Traji, Traji, Traji.(Dedem beni hep “Tarık” diye sevdi.)
Annem süt yerine tüm intikamını bırakıyor boğazımdan aşağıya:
“Traji Komik, seni hiç sevmedim. Babanı severdim ama.”
*
Tüm bunlar dışarıda gördüğüm şu çocuk yüzünden canlandılar zihnimde. Kâğıt mendil satmaya çalışan ama pazarlama tekniklerinden bihaber olan şu aptal çocuk yüzünden. O çocuk kim mi? Benim. Kâğıt mendil değil de ‘buz gibi soğuk su’ satmak için kaç tane adamın sırtına çıktım, kaç tane kadının bacaklarına dolandım, kaç tane sevgilinin arasına girdim bilmiyorum. Adamlar, kadınlar, sevgililer benim soğuk suyuma sıcak sidikleriyle karşılık verdiler. Ne ben ne de küçücük ellerim, ayaklarım, burnum, kulaklarım pes ettik. Yeni adamlar, yeni kadınlar ve yeni sevgililer bulduk kendimize. Ekmek parası denilen tatsız, tuzsuz, kokusuz kâğıt parçasını kazanmak zorundaydık. Çalışıp para kazanmazsak ekmek yoktu bize. Öyle buyurmuştu Erol Taş kalpli annem.
Yavaş yavaş büyüdüm. Soğuk su satan çocuk gitmiş, yerini mahallenin şu anda benim pencereme bakan köşesini mesken tutmuş, sağı solu gözleyen, yoldan geçenlere laf atan, küfretmeden cümle kuramayan şu bıçkın delikanlılardan biri almıştı. Her bıçkın delikanlı gibi pencereye çıkmasını beklediğim bir Türkan Şoray vardı. Her pencereye çıktığında göz göze geldiğim bu afet-i devrana açılmak, içimi dökmek istiyordum ama bir türlü ne söyleyeceğime karar veremiyordum. Söyleyecek bir şeyler bulacak olduğumda da boğazım kuruyor, ses tellerim titriyordu. Anca yutkunuyordum. Allah beni kahretmeliydi.
Bir gün Orhan Gencebay aniden çıktı ortaya ve bir kahraman edasıyla yetişti imdadıma:
"Feryada gücüm yok, feryatsız duy beni
Kaybettim kendimi, ne olur bul beni
Sev beni.”
Orhan Baba yapmıştı babalığını yine. Türkan Şoray’ım bana ilk defa gülümsemişti. Hayat sevince güzel/miş. Bu gülümsemeden sonra mahallenin bıçkın delikanlılığından istifa edip, kendime adam akıllı bir iş bakmaya başlamıştım. Fakat bu iş bulma belası mahallenin köşesini dönüp de yoluna devam etmek isteyen çocuklardan haraç almaya benzemiyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım ellerim hep boş dönüyordum fakirhaneme. Zar zor bir iş buldum sonunda. En son buz gibi soğuk su satan ben, duvarları boyama işine terfi etmiştim. O zamanlar her duvarda bir slogan. Ben, her sloganın ırzına geçen bir hain. Her haine yapılan müdahale aynı. Sopa, dayak gırla gidiyor. Bir gün solculardan ertesi gün sağcılardan dayak yiyorum. Hem âşık hem apolitik olmak zor. Bu halde para kazanmaya çalışmaksa delilik.
Dayak yememe rağmen elime üç beş kuruş geçmeye başlamıştı. Para kazanmaya başladığıma göre, artık vaktiydi. Bir gece üstüme lacivert takımımı çektim, saçlarımı taradım ve Türkan Şoray’ımın evine gittim. Evin duvarına “Benimle evlenir misin yazdım?” Altına da imzamı attım: Traji Komik. Gün doğana kadar uyumadım. Her yer ışıl ışıl olduktan sonra koşarak gittim duvarına. Sorumun üzerinde kireçle soyut çalışmalar yapıldığını gördüm. Bir de not iliştirilmişti yamacına:
“Biz ayrı dünyaların insanlarıyız!..” Altında imzası: Sultan
/ Zihnimde ansızın belirip de beni en çok acıtan anım budur, bilesiniz. Gerçi geçenlerde bir haber okudum. İsviçreli olmayan bilim adamları zihnimizde biriktirdiklerimizi kademeli olarak silebilecek bir buluşa imza atmışlar. Çok sevindim. Hayatımın ‘Eternal Sunshine Of The Spotless Mind’ ını çekeceğim. Hiç şüpheniz olmasın./
Bu beklenmedik cevap karşısında haliyle yıkılmıştım. İlk iş olarak bu Yeşilçam kokan şehirden ayrılmaya karar verdim. Evdekilere şehirden ayrıldığımı haber veren bir not bırakmadım. Dedem öldüğünden beri kimsenin umurunda değildim zaten. Şehir şehir gezmeye başladım. Bir iki sene bir şehirde, altı yedi ay başka bir şehirde yaşayarak hayatıma devam ettim. On seneden fazla gezdim. En son Erzincan’daydım ki…
**
“Haiti’deki depremde iki yüz bine yakın kişinin öldüğü tahmin ediliyor.”
Spiker deprem haberini ilk kez verdiğinde penceremin buğulu camında yazıya dönüşenler aslında kaybolmadılar. Ben kendi ellerimle sildim hepsini. Depremle ilgili tatsız anılarım canlanmasın istedim. Hissedemediğim bacaklarıma en hisli duygularla bakıp onlarda komşularımın, bakkal amcanın, kıraathanede muhabbet ettiğim arkadaşlarımın cesetlerini görmek istemedim. Erzincan’ı yıkık dökük hatırlamak istemedim.
Haiti’dekiler uzaktalar ya şimdi hemen unuturum zannettim. O yüzden sildim yazıları pencereden. İki yüz bin ölüyü, enkaz altında nefes almaya çalışanları, kurtulup da açlık içinde kıvrananları, her depremden sonra ortaya çıkan ve insanlığa orospu muamelesi yapan ölü hırsızlarını nasıl unutabilirsem. Penceredeki yazıları elimle bir çırpıda siler silmez o küçük çocuğu gördüm sokakta aniden. Her şey böyle başladı.