BEYAZ SOYUT

Anne bağırdı:

-Fatih..Fatihhhhh. Kime diyorum, bak hiç duyuyor mu beni! Gel buraya çabuk. Yoksa terlik geliyor bak!..

Ağlamakla meşgul. Duyması gereken tek ses hıçkırıklarının sesi. Kimse düşünmedi hıçkırıklarını. Ya da öyle zannetti. Bir çocuğun hıçkırarak ağlaması zamansızdı, gereksizdi. Ya da öyle hissetti.

Dünya üzerinde kurulan en tehditkâr(!) cümle:

“Yoksa terlik geliyor bak.”

Avazı çıktığı kadar bağırdı. Sesi kısıldı ama vazgeçmedi. Aslında beyaz hastane terlikleri gelirdi bu kadar bağırdıktan sonra üzerine. Ama olmadı. Üzerine terlikler gelmedi. Annesi geldi usulca yanına. Çok sakindi kadın. Biraz önce kendisine bağıran o değildi sanki. Sağlık ocağının ilaç kokan havası insanların ruh hallerinin bu kadar çabuk değişmesinde etkili midir? Yoksa anne olmak biraz despot, fazlaca merhametli olmak mıdır?

Anne henüz kırışmamış elleriyle gözyaşlarını sildi oğlunun. Beyaz bir önlük vardı üzerinde, ayaklarında ise beyaz hastane terlikleri. Beyaz mıydı melekler gerçekten?

-Niye ağlıyorsun söyle bakalım?

-...ühühühü..cık.

-Söyle hadi kızmayacağım..

-Ahmet Amca var ya..İşte o topumu aldı. Sonra bir vurdu havaya doğru..ühühühühü..Bulutlara attı topumu. Gelmedi işte geriye. ühühühühühü..


-Hay Allah -kıkırdamalar-. Ağlama bak şimdi kızarım ben Ahmet Amca’ya. Sana da yeni bir top alırız olur mu?

-…….İstemem.

***

Uçağın penceresi küçüktü. Bulutlar da. İlk kez binmişti uçağa. Şaşkınlıkla baktı birkaç dakika önce ayak bastığı topraklara. Sonra şaşkınlık yerini bir şey bulmanın telaşına bıraktı. Küçükken kaybettiğini düşündüğü bir şey. Tüm bulutlara bakmak istedi. İmkansızdı bu. Yapamadı da zaten. Ancak baktığı tüm bulutlar kıskanç bir çocuk gibi sakladılar plastik topunu kendinden. Bir zamanlar o sakladıkları plastik topun ardından hıçkırarak ağlayan küçük çocuğa beyazdan başka bir şey göstermediler. Çocuklaştı. O plastik topla oynadığı oyunlar geldi aklına. En çok da ailecek oynadıkları yakan topu sevdiğini anımsadı.


“Sayın yolcularımız,uçağımız Diyarbakır havaalanına inişe geçmiştir. Lütfen kemerlerinizi bağlayınız.”


Hostesin sesi bulutları dağıttı. Çocuk büyüdü yeniden. Kemerini bağladı. Uçak yere inerken iyice yaklaştı bulutlara. Daha dikkatli baktı beyaza. Aradığı bir metadan fazlasıydı. Farkındaydı. Bu farkındalık, bulmasına yardımcı oldu beyazın içinde aradığı soyutu. Plastik topun canı cehenneme!


Özlem. Aradığı, bulduğu, hissettiği özlemdi. Küçük bir çocuğun oyuna özlemiydi, insanın insana özlemiydi. Söze özlemdi, kahkahaya özlemdi, hatıralara özlemdi, arkadaşa, kardeşe, sevgiliye özlemdi.

***

-Yere indikçe bulutlar büyür gözünde-

Uçak havaalanına indi. Merdivenlerden üçer beşer atladı ve çıkış kapısına yöneldi. Biraz bekledi orada. Etrafına bakındı. Onlarca insan, korna seslerine karışmış "hoşgeldin" ler, kucaklaşmalar, ağlamalar, gülüşmeler, bavullar... İnsanlar ne çok özlemişlerdi birbirlerini.
“Hay Allah nerede kaldı acaba?” derken gördü karşıdan bilindik yürümesiyle geleni. Gülümsedi. Bir kaç adım attı karşıdan gelene doğru. Sarıldılar birbirlerine özlemle. Küçük çocuğun bir meta için döktüğü çocukça gözyaşları, büyüdüğünde aklı ermiş bir kahkahaya dönüşmüştü. Özlem ağlattığı gibi güldürürdü de.

Madde bir kez daha anlamsızlaştı. İnsan bir kez daha anlam kazandı.

“Akif,askerlik yaramış paşa.Kilo mu almışsın ne!”

DUVAR



- Tavan arasına çıkıyorum ben.
- Ne işin var tavan arasında?
- Anne konuştuk bunu. İzin de verdiniz. Baştan almayalım ne olursun.
- İyi, peki peki. Neden izin verdik anlamıyorum. Elektriği bile yok oranın. Ah şu baban yok mu! Şu feneri al bari. Karanlıkta düşüp bir yerlerini kırma.

Odamın duvarları için alamadığım izni, karanlığın içinde kaybolmuş o silik duvar için alabilmiştim. Buruk sevinç denilen şey bu olmalıydı. Hayat ne istiyorsa vermiyordu insana ama bir yandan da mutlu etmesini iyi biliyordu. Bir elime feneri diğer elime boyalarımı ve fırçalarımı aldım. Sağlam olmadığını bildiğim merdivenin basamaklarını tırmanmaya başladım. Her basamakta karanlık biraz daha baskın hale geldi. Son basamağı da tırmandım ve karanlığın içindeki bu geçmiş kokan dünyaya adımımı attım. Tavan arası denilen yer, geçmişin tozunu üzerinden almayı unuttuğumuz bir yere benziyordu. Beşiğimden ilkokul önlüğüme kadar her türlü eşya, toz tanecikleri gibi bir köşe bulmuşlardı kendilerine. Rahatsız etmedim hiçbirini. Feneri duvara doğru tuttum. Yer yer dökülmüş, kararmış duvara gülümseyerek baktım. Ne döküklerini umursadım o an ne de kararmış yerlerini. Biraz sonra renklendireceğim kocaman bir tuvaldi artık o benim için. Duvarın soluna yöneldim. “Ne çizsem?” diye sormadım hiç kendi kendime. İlk fırça darbesi ve onu izleyen diğer fırça izleri. Parmaklarım sanki fırçanın kölesi olmuştular. Fırçaya itaati hiç sorgulamadılar. Çocuklar çizdim önce. Kadınlar, erkekler. Irmaklar geldi ardından. Sonra dağlar uzandı duvarın üzerinde. Çiçekler açtı karanlığın içinde en guaj kokularıyla. Biraz sonra duvarın sağındaydım. Yine ilk fırça darbesi ve onu izleyen fırça izleri. Çocuklar, kadınlar, erkekler, ırmaklar, dağlar, çiçekler. Duvar renklenmeye başladı yavaş yavaş. Sonra her iki taraftan yollar çizdim duvarın ortasına doğru. Henüz kimsenin ayak basmadığı tozlu yollardı bunlar. Birdenbire boya kokusundan uyuşmuş zihnim tel örgüler çekmemi istedi yolların sonuna. Bu isteği ellerim emir kabul ettiler. Tel örgüleri çektim yolların sonuna boydan boya. Ayırdım sağımdaki kardeşleri, sevenleri solumdaki kardeşlerinden, sevdiklerinden. Dikenlerini ekledim eksik kalmış tellerin üzerlerine. Tüm çizdiğim insanların kanlarını akıtsınlar diye. Yetmedi. Dikenli tellerin arasına mayınlar yerleştirdim.

“Allah’ım şu uyuşmuş zihnimi patlatmak istiyorum bu mayınlarla.”

Olmadı. Zihnim mayınların üzerinde dolaşmasına rağmen patlamadı.
Ben zihnimi patlatmaya uğraşırken iki çocuk belirdi tellerin iki yanında. Benim fırçamın renkleri yoktu üzerlerinde. İlk adımlarını attılar hiç ayak basılmamış yollara. Birbirlerine doğru, tellere doğru yürümeye başladılar. Onları durdurmak için her şeyi yaptım. Çizdiğim tüm engelleri bir bir aştılar. Dikenli tellere ulaştılar. Tellerden öteye geçemezler diye düşündüm. Dikenler izin vermezdi onlara. Yanıldım. Ellerini, yüzlerini yırtan dikenli tellere aldırmadan geçtiler öteki tarafa. Mayınlı alana. “Yürümeyin daha fazla, ölmek mi istiyorsunuz?” diye bağırdım duvara doğru. Duymadılar beni. Son bir hamlede bulundum. Çizdiğim mayınları çıkarmaya çalıştım topraktan. Çıkaramadım. Çizdiklerimi değiştirmekten acizdim. Çizgiler fazlasıyla anlamsızdılar. Çizgiler fazlasıyla gerçektiler.
“Gitmeyin daha fazla. Durun artık.” diye bağırdım ağlayarak. Korktuğum başıma geldi. Birbirlerine gülücükler atan bu iki küçük kardeşin sesleri, kahpe bir kahkahada kayboldu. Kan aktı oluk oluk duvardan üzerime. Tüm parçalanmış fırça darbeleri bir bir savruldu yüzüme. Hiç ağlamadığım kadar ağladım. Artık karanlıklar gizlesin gözyaşlarımı.



Gözlerimin içi ışıkla doldu. Annem elindeki feneri gözümün içine doğru tutmuştu. Gözyaşlarım ışığı görünce tavan arasında yaşayan böcekler gibi sağa sola kaçıştılar.

-Neyin var, ne oldu?
-Hiç…
-Hiç mi? Nasıl hiç? Avazın çıktığı kadar bağırdın biraz önce.
-Bir şey yok... Böcek gördüm galiba.
-Babana o kadar söyledim tavan arasını ilaçlasın diye ama nerdeee!..Neyse korkma artık.Dur dur.O üzerindeki kırmızılık ne öyle?Eh be oğlum tüm boyayı üzerine mi döktün? Aşağıya in de üzerini değiştir. Hem yemek de hazır. Hadi bekliyorum. Oyalanma.

Usulca indi merdivenlerden. Gözlerimin içi siyahla doldu. Bir fısıltı işitildi tavan arasında o an:

-Boya değil o, kan.