UÇ AYSTRONT UÇ


Yüz bir.
Yorgun gözlerle karşısında duran ışıklı tabelaya baktı adam, sonra da kendisine doğru hızlı adımlar atmaya çalışan kadına. Bugün ikinci kez gördü bu sayıyı, kadını ise ilk kez. Kadın, önceden ayna karşısında defalarca deneyip çıkardığı onlarca gülümsemesinden kendisine en yakışanını seçti adımlarına uydurarak. Hızlı adımlarını sonlandırdığında ise elindeki buruşmuş kağıdı adama uzatmaktaydı. Adam buruşuk kağıda baktı. Kağıtta rakam ile yüz bir yazmaktaydı. Tüm buruşmuş kağıtların gideceği yer aynıydı: Çöp kutusu. Bu esnada adam, buyrun, hoşgeldiniz, demeyi de ihmal etmedi müşterisine. Kadın hesabına para yatırmak istedi, faiz oranlarını sordu, aldığı cevaptan memnun kalmadı. Bir zamanlar ne çok faiz verirdi bankalar, dedi içini çekerek. Adam, insanların neye, niçin iç çektiklerini sorgulamayı bırakalı yıllar olmuştu. Kadın konuşmasını sürdürdü. Adam kadını dinler gibi yaptı. Dinler gibi yapmaya, sorgulamayı bıraktıktan sonra alışmıştı. Sigarayı bırakmaya çalışırken çekirdek çitlemeye alışan annesine benzetirdi bu halini hep. Kafasının üzerindeki bulutta ansızın beliren anasına alttan utangaç bir bakış atarken, kadın “MFÖ” dedi heyecanla. Adam içinden, ne diyorsun be kadın, diye geçirdi. Ancak mevzuat gereği içi dışı bir olamazdı adamın. Efendim, dedi anlamadığını belli eden sakin bir ses tonuyla. Tam da bu sırada, kadının bakışlarını yakaladı. Boynuna astığı isimliğinin üzerinde dolanan bir çift göz rahatsız etmeye yetmişti adamı. Eline hâkim olamasaydı eğer, bir ayıbı varmış gibi kapatmıştı çoktan ayasıyla üstünü isimliğin. Adınızın, dedi kadın, baş harfleri MFÖ. Sonra da, ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki, diye mırıldanmaya başladı kahkahayla karışık. Sadece gülümsedi adam başka şansı yokmuş gibi. Kadın, işlemleri bittiğine göre artık gitmeliydi.
-Teşekkürler MFÖ. Hoşça kalın..(Kıkırdayarak)
-Yine bekleriz..(Ezberinden)
Yüz bir, bugünkü son müşterisiydi. Kasasındaki parayı vezneye teslim etti ve kendini bankanın dışına attı. Karşısındaki duvara yazılmış cümleye takıldı gözü ansızın:
“Halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur”
C.Z.
C.Z. kimdir, necidir hiçbir fikri yoktu. Zarif adammış, diye geçirdi içinden sadece. Ne mutlu ona!
*
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...
Uzak diyarların birinde bir çocuk yaşarmış. Çocuk uzak diyarların birinde yaşarmış yaşamasına ama yine de, buralara özgü o aptalca soruyu cevaplamaktan geri kalmazmış:
-Söyle bakalım, büyüyünce ne olacan sen?
-Aystront.
-O da ne be?
-Ben olunca göyüysün.
Gece yatmadan beyaz pijamalarını giyer, gökyüzüne bakar ve kafasının üzerinde çeşit çeşit türküler söyleyip, oyunlar oynayan yıldızlara dokunmayı hayal edermiş çocuk hep. Su üzerinde taş kaydırmacada pek iyi değilmiş belki ama yıldız kaydırmaca oynayabilseymiş eğer, kimsenin kaydıramayacağı kadar çok yıldız kaydırırmış bulutların üzerinde. Her gece yatmadan evvel penceresinin perdesini aralık bırakıp, yorganının altından gökyüzünü izlerken; annesinin dikiş kursunda pijamasının üzerine işlediği adının baş harflerine tesbih çeker gibi parmaklarıyla dokunur ve tekrar edermiş:
Aystront MFÖ. Aystront MFÖ. Aystront MFÖ...
*
İnsanın akşam akşam otobüs durağına doğru yürürken aklına Dostoyevski’den aforizmalar geliyorsa eğer, o insan mutsuzdur denilebilir. Adam tam hatırlayamadı sözleri ama şöyle geçti zihninden Dosto:
“İnsanı en çok acıtan şey yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.”
Dostoyevski’ye küfür etmeye korktu. Sivil kıyafetler içinde, halkın arasına karışmış entelektüellerin kendisini edebiyat namına yerin dibine sokması pek de isteyeceği bir durum değildi. O da tuttu, kendine en okkalısından bir küfür salladı. Sonra da dönüp kendisine bakanlara aldırış etmeksizin yürümeye devam etti. Kadının biri tam da bu sırada, tam da yanından geçerken hapşurdu. Kadının saçları yüzünü örttü. Çok yaşayın, dedi adam. Eliyle saçlarını düzeltti kadın ve yürümeye devam etti. Sanki orada değilmiş gibi ne yüzüne dönüp baktı adamın ne de, siz de görün, dedi gülümseyerek. Olan olmuştu. Bir kadına daha sesini duyuramamıştı. Adam ölü olsaydı eğer, yüzü al al olmazdı o anda. Herkes ona bakıp gülüyormuş gibi hissetmezdi. Keşke, dedi adam, keşke... Yürümeye devam etti. Bir çığlık duydu, irkildi ve dönüp çığlığın geldiği tarafa doğru baktı istemeden. Çantasına sıkı sıkıya sarılmış bir kadın. Çantanın bir ucundan tutmuş yüzü maskeli bir adam. Kadın, kötü sörfçüler gibi dengede kalmakta zorlanıyor, yerde bir o yana bir bu yana sürükleniyor. Yüzü maskeli adam son bir hamle yapıyor ve ayırıyor kadını çantasından. Bu sahne karşısında adamın yapabildiği tek şey durup, izlemekti. Beyazlar içinde, ak sakallı bir dede sağ yanından hareketlendi adamın. Tıpkı bir atlet gibi hızlanmak için ilk bir kaç metrede vücudunu biraz öne eğdi. Gittikçe hızlandı ve vücudunu dikleştirdi. Artık ayak uçlarına basa basa koşuyor, çevredeki şaşkın bakışlara göre ise adeta uçuyordu. Kapkaççı ile arasındaki mesafe hızla kapanıyordu. Kapkaççı sağ omzunun üzerinden arkasını kontrol etti. Ardında ak sakallı uçan dedeyi görünce anladı başına gelecekleri.
Direnemedi daha fazla. Giderek yavaşladı ve nefes nefese kalmış bir halde yığıldı ak sakallının kucağına. Alkış kıyamet gırla gitti. Halk yeni bir kahramanı omuzlara almanın mutluluğunu yaşadı. Adam tüm olup biteni şaşkınlıkla izledi. İzlemekle yetindiği için kızdı kendine. Halk ak sakallıyı efsaneleştirip, zamanın kötü olmasından yakınırken, o zamana da kızdı:
“Rol çalma zaman! Bu hikâyenin kötü adamları bizleriz.”
Sonunda otobüs durağına vardı adam. Uzun bir bekleyişin ardından otobüse zor da olsa bindi. Hınca hınç dolu halde, boğuk bir ses çıkararak yoluna devam etti otobüs. Ayakta olmasının avantajını kullanarak yolcuları izlemeye koyuldu. Oturarak yolculuk edenlerin çoğu uyukluyor ya da uyuklamaya hazırlanıyordu. Bazıları ise ciddi ciddi uyuyordu. Aydınlatmanın zayıf oluşundan olsa gerek, uyuyanların hepsinin kötü düşler gördüğünü düşündü adam. Ya da uyuyanları kıskandı, bilemedi. Bir kaç sıra ilerisinde, elindeki kitabın içine düşmüş bir delikanlı gördü. Otobüsün kasvetine aldırış etmediği yüzündeki kocaman gülümsemeden anlaşılıyordu. Okuduğu kitap her ne ise eğlenceli olmalıydı. Hemen yanıbaşında, oturduğu koltuğun dibinde, ayakta yolculuk etmekten yorulmuş, sert görünümlü, yaşlı bir adam daha fazla dayanamadı delikanlının hem oturup hem de eğlenmesine:
- Ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi?
Etraf sessizleşti Delikanlı duymamış olacaktı ki, dönüp bakmadı bile. Yaşlı adam inatla tekrarladı:
-Sana diyorum heyyy, ne sırıtıyosun pişmiş kelle gibi?
Delikanlı şaşırdı. Sert görünümlü adamın yorgun gözlerinin içine baktı. Klasik senaryo şöyleydi:
Delikanlı yaşlı adama cevap verir, ortalık kızışır, sinirler gerilir, iş kavgaya varmadan bir kaç kişi daha olaya müdahil olur. Eğitim sisteminin suçu olan kötü bir münazara döner ortalıkta. Sonlara doğru kesik kesik cümleler duyulmaya başlanır, ortalık buz gibidir ve eninde sonunda hep en başa dönülür.
Ancak bu sefer öyle olmadı. Delikanlı utangaç bir halde, yaşlı adama hiçbir söz söylemeden oturduğu yerden kalktı. Yaşlı adam da uzatmadı daha fazla, o da utanmıştı zaten. Delikanlının boşalttığı yere oturdu sessizce. Sağ ol evlat, dedi bir de usulca. Delikanlı, estağfurullah, der gibi bir hareket yaptı kafasıyla. Böylelikle, yaşlı adam kenara alınmış, delikanlı sahaya sürülmüş ve hayat kaldığı yerden otobüsün çalan kornasıyla devam etmişti. Adam tüm olup biteni önündeki bir kaç kafaya rağmen kesintisiz izledi. Birisi ona, bilmem kaç kere şu cümleyi oku, o zaman çok mutlu olacaksın dese inanacaktı:
Otobüsteki yaşlı adam size, ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi, diyorsa eğer, mutlusunuz demektir.
Dudakları kıpırdamaya başladı. Yaşlı adamın gözlerinin içine bakarak gülümsedi. Yaşlı adam hiçbir tepki vermedi. Adam gülümsemesini sürdürdü. Yaşlı adam oralı olmadı. Adam ısrarla gülümsedi. Yaşlı adam tüm ısrarlara rağmen uykuya yenik düştü ve kapadı gözlerini. Adamın mutlu olma hayali, otobüsteki kabuslara karıştı ve bitti. Evine gelmeden önceki durakta indi adam. Sigara içtiği zamanlardan kalma bir alışkanlıktı bu. Ellerini paltosunun boş ceplerine soktu ve yürümeye başladı. Müzik sesi duyuldu önce. Sonra dans eden insanlar görüldü. Bu insanlar, dedi, nasıl..? Dans eden insanların arasında buldu kendini. Bir anlık şaşkınlığın ardından daha sakin görünen bara yöneldi. Barmene doğru eğilip, bu insanları bu kadar mutlu eden ne ise ondan istiyorum, dedi. Barmen, kafan mı iyi, der gibi baktı. Adam isteğini tekrarlayınca, çattık, dedi ve anlamsız bir gülümsemeyle önüne garip renkte bir içki koydu adamın. Adam bir dikişte kanına karıştırdı alkolü. Başının döndüğünü hissetti. Ardından gelen mide bulantısı histen öteydi. Dışarıya zar zor attı kendini. Elini dayadığı ağacın dibine, tüm günün posasını pervasızca serpiştirdi. Midesinin bulantısı geçmiş gibiydi. Başı ise dönmekte ısrarcıydı. Kusmuklu bir tecrübeyle, başının dönmesi içini gıdıklasa da, alkolün kendisini mutlu edemeyeceğini anladı. Babasının da içki içince ağlamaya başladığını hatırladı hayal meyal. Genetik miras böyle bir şey olsa gerek, diye düşündü. Temiz havada yürümek iyi geldi adama. Evinin bulunduğu apartmana vardığında başının dönmesi geçmişti. Asansöre bindi ve onuncu kata çıktı. Sonunda kapısının önündeydi. Anahtarı kilide yerleştirdi ve açtı kapıyı. Küçük ve hızlı adımlar atan bir şey geçti kapının önünden salona doğru. Adam korktu. Buna rağmen sessizce girdi içeri. Karanlığın içinden salona doğru baktı. Hiçbir şey göremedi. Kanına karışan alkolün etkisiyle hayal görmüş olabileceğine hükmetti. Salonun ışığını yaktı ve kendisine bakan bir çift göz gördü. Korkudan aklını kaçırabilirdi. Bir çığlık attı ve hemencecik sus pus oldu. Gözlerin sahibi küçücük bir çocuktu. Çocuk adama yaklaştı. Adam sen de kimsin, ne işin var burada, demekle meşguldü. Çocuk cevap vermedi ve daha da yaklaştı adama. Ayaklarının dibine oturdu. Çocukla göz göze geldiğinde eli istemeden de olsa hızla kendi gözlerine gitti adamın. Çocuğun, gözlerini çalmış olabileceğinden korktu. Zira üzerinde dolaşan küçük iki kara deliğin kendisine ait olduğuna yemin edebilirdi. Yoklamada eksik yoktu. Gözleri yerli yerinde duruyordu. Çok şükür, dedi. Yüzünde bir tebessüm belirdi ve hemen kayboldu. Çocuğun pijamasının üzerindeki işlemeyi fark eder etmez, ne içirdiniz lan bana, diye bağırdı ağlayarak. İşlemede annesinin el emeği, göz nuru vardı:
MFÖ...
Çocuk hiç sesini çıkarmadan, oturmuş adamı izliyordu. Ayaklarını topladı adam ve koşarak balkonun kapısına vardı. Kapı bozuktu, açılmadı ilkin. Söve söve, omuz ata ata açtı sonunda kapıyı adam. Demirlikten tutundu. Gözlerini sıkı sıkıya yumdu. Geceyi ciğerlerine sığdırmak istermişcesine derin derin nefes aldı. Her şeyin bir hayal olmasını dileyip ardına baktı. Çocuk balkon kapısının eşiğine kadar gelmiş, öylece adama bakıyordu. Adam kafasını çevirip derin derin nefes almaya devam etti. Çocuk adamın yanına vardı. Elinden tuttu. Adam, tüm masumiyetini hissetti çocuğun, tüm gerçekliğini. Çocuğun elini bıraktı usulca ve küçük adımlarla odasına doğru yürüdü. Özenle sakladığı, büyük çabalarla elde ettiği astronot kıyafetini giydi. Yürümekte zorlansa da balkona varmayı başardı tekrar. Çocuğun saçlarını okşadı. Kocaman bir alkış kopardı çocuk heyecanla ve gülümseyerek. Adam son kez baktı çocuğa. Onun yaşaması gereken mutluluklar olmalıydı. Kendisinin yaşamaması gereken hayal kırıklıkları olduğu gibi. Tek bir hamle ile çocuğa yaşaması mümkün olan mutlulukları için bir şans verecek, kim bilir belki de çocuğun kahramanı olacaktı. Tek bir hamle ile. Derin bir nefes aldı. Tek bir hamle ile. Nefesini boşalttı. Üçe kadar say, dedi çocuğa adam, ve bir astronot nasıl uçarmış izle bakalım evlat. Çocuğun gülümsemesi bir kat daha arttı. Böylece çarpuk çurpuk dişleri günyüzüne çıktı.
Bir.
İki..
Üççççççç...
Adam kendini karanlığa bıraktığında duyduğu son ses, çocuğun kahkahasıydı.