Doğumhanenin kapısının önünde bir sağa bir sola gidip geliyorum. Dudaklarım kıpır kıpır. Bir duayı dillendiriyorum. Biraz ilerde babam ve kayınpederim sohbet ederek birbirlerine moral veriyorlar. Karşılarındaki sandalyelere annem ve kayınvalidem oturmuşlar. Kol kolalar. Gözlerinde umutlu ama bir o kadar da tedirgin bir bekleyiş var. Zaman geçmek bilmiyor. Adımlarım sıklaşıyor. Kalbim sıkışıyor. Aklıma hep en kötü senaryo geliyor. Birden doğumhanenin kapısı açılıyor. Yüreğim, su içen kuş misali buharlaşma enerjisiyle çalışıyor adeta. Kanımın buharlaştığını hissediyorum. Hemşirenin karşısında heyecandan sürekli sallanıyorum. Hemşire bana bakarak gülümsüyor. İçimdeki ses bu sefer çok ama çok haklı:
“Konuşsana be kadın”
Hemşire bana bakarak gülümsemeyi sürdürüyor ve yanağındaki gamzeden bir güzel haber çıkarıp bırakıyor avuçlarıma:
“Nur topu gibi bir oğlunuz oldu efendim. Tebrik ederim.”
Kucaklaşmalar, gözyaşları, şükürler, kahkahalar...
Biraz sonra annenin odasına alınıyoruz. Yorgun ama mutlu gözlerle bizlere gülümseyen karımın yanağına bir öpücük konduruyorum. Oğlumu kucağıma alırken titriyorum. İliklerime kadar babalığı hissediyorum. Avuçlarımın arasından bana göz kırpan mucizeyi gözyaşlarımla ıslatıyorum. Heyecandan sesim kısılmış. “Hoş geldin oğlum” diye fısıldayabiliyorum ancak esnemeye başlayan mucizenin kulağına. Adını Yusuf koyuyoruz. İlk günler, aylar kendimizi neşeli bir Gogol Bordello şarkısının içinde buluyoruz adeta. Güzel günler yaşıyoruz. Mutlu, neşeli günler. Aradan altı ay geçiyor. Yusuf’un rutin kontrolleri esnasında doktor hiç de rutin olmayan cümleler kurmaya başlıyor. “Yusuf’un kas hastalığı var. Kasları her geçen gün eriyor” diyor. Bunun nedeninin doğuştan olduğunu ama yeni yeni ortaya çıkmaya başladığını, eşimle benim kromozomlarımızın mı genlerimizin mi ne uyuşmadığını söylüyor. Bir tek Yusuf’un değil, olacak tüm çocuklarımızın da aynı hastalığa yakalanacağını ekliyor. Kendinden oldukça emin. Anlattıkça anlatıyor. Yusuf’un kalbinin zayıf olduğundan bahsediyor. “Her türlü duruma kendinizi alıştırmalısınız” demeden de geri kalmıyor. Devam ediyor anlatmaya. O anlattıkça dalıp gidiyoruz derinlere. Kendimizi suçlamaya başlıyoruz. Uyuşmayan genlerimize içerliyoruz. “Çare” diyoruz, “çaresi yok mu bunun doktor?” “Maalesef” diyebiliyor tıp bizlere. “Şimdilik yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Allah’tan ümit kesilmez.” Yıllar geçiyor. Yusuf yaş almaya başlıyor. O yaş aldıkça kasları birer birer ölüyor. Her günü bir önceki gününü aratıyor. Yusuf gözümüzün önünde tükeniyor. Çaresizlik. Elimizden gelen tek şey çaresizlik. Çok şükür sesini duyabiliyoruz. “Anne” diyor önce sonra “baba”. Ardından bülbül gibi şakımaya başlıyor. Okul çağına gelince, emekli ilkokul öğretmeni olan babam okuma öğretiyor Yusuf’a. Elleri kalem tutamıyor. Bu nedenle yazması, çizmesi kalıyor bir kenarda. Çok çabuk öğreniyor ama okumayı, çok da seviyor. O okudukça ben, kırtasiyemizin raflarındaki kitapları birer ikişer eve taşıyorum. Yusuf okudukça yürüyor, koşuyor, hopluyor, zıplıyor adeta. Yüzünü öyle bir aydınlık kaplıyor ki görmelisiniz. Sayfaları her çevirişimde gülümsüyor. Onun bu mutluluğu bizim tebessümümüz oluyor. Birkaç yaş daha büyüyünce eve aldığım gazeteleri de okumak istiyor. Baba oğul bir oluyoruz, gazetelerin altından girip üstünden çıkıyoruz. Beraber bisiklet sürmek kadar mutlu ediyor bu bizi. Çoğu gece uyumadan evvel “Ben niye böyleyim?” diye soruyor. Eşimle göz göze geliyoruz böyle anlarda. Boğazımıza kelimeler düğümleniyor. Hiçbirini çözemiyoruz. Tek yapabildiğimiz Yusuf’a masallar anlatmak oluyor. O da masalın orta yerinde uyuyakalıyor. Günler böyle sürüp gidiyor. Her ay düzenli olarak Yusuf’un doktoru ile görüşüyoruz. Aradan geçen zamanda doktorun cevabı hiç değişmiyor:
“Şu an için yapılabilecek hiçbir şey yok!..”
Yusuf koca delikanlı oluyor. Bizlere bir bebek kadar muhtaç koca bir adam. 10 yılı tek bir dilek tutarak geçiriyor(uz). Gerçekleşmeyen tek bir dilek. Çaresizliğimiz, umudumuzun kafasına silah dayamış, ateş etmeyi bekliyor. Her geçen gün biraz daha tükeniyoruz. Doktorlar Yusuf’un bunca sene hayatta kalmasının bile “mucize” olduğunu söylüyorlar. Tek tesellimiz belki de bu mucize oluyor.
Çok sıradan bir günde olağanüstü bir telefon alıyoruz. Doktoru, Yusuf’un iyileşmesi için küçük de olsa bir umut belirdiğini, hemen bizimle görüşmek istediğini söylüyor. Uçuyoruz adeta. Doktor, Almanya’da Yusuf’a benzer birkaç hastada ilerleme kaydeden bir hastane olduğunu belirtiyor. “Oraya gitmekte yarar var”, diyor. “Ancak biraz masraflı olur” diye de ekleyiveriyor. Para, pul umurumuzda değil. Evi, arabayı satıyoruz. Eş, dost, akraba da yardım ediyor, denkleştiriyoruz hastanenin parasını. Eşimle oğlumu Almanya’ya yolcu ediyorum. Onların yanında olamıyorum. Bu duruma ne kadar hüzünlensem de burada kalmam ve çalışmam gerekiyor. Üç ayımız telefonlarda geçiyor. Bilgisayar başlarında sabahlıyoruz. Her ay koca bir hediye paketi yolluyorum Yusuf’a. İçine kitaplar, gazeteler, dergiler, kısacası Yusuf’un neşesini yerine getirecek ne bulursam koyuyorum. Her paketin içine iki tane de mektup bırakıyorum. Birisi oğluma, birisi eşime. Tüm özlemimi satırlara işliyorum.
Son telefon görüşmemiz de Yusuf’un sesi hiç iyi gelmiyor. Annesi, Yusuf’un çok iyi olmadığını söylüyor. “Gelsen ne iyi olur” diye de ekleyiveriyor. Arayıp da bulamadığım şey!..Borç harç ayarlıyorum yol parasını. Ertesi gün indiriyorum kepenklerini kırtasiye dükkânının ve tutuyorum Almanya’nın yolunu. Yusuf beni karşısında görünce inanamıyor önce. İlaçların etkisiyle hayal gördüğünü zannediyor. Eşim boynuma sarılınca anlıyor düşsel değil gerçek olduğumu. “Baba” diye inletiyor ortalığı. Özlem gideriyoruz. Epey zaman sonra Yusuf, hemşirenin yaptığı iğnenin etkisiyle uyumaya başlıyor. Eşim durumu anlatıyor:
“Tedaviyle birlikte kalbinin güçlenmesi için de çalışıyor doktorlar. Ama kalbi çok zayıfmış. Tedavi o yüzden çok yavaş ilerliyor. Bir kaç kez rahatsızlandı, biliyorsun. Kalbi güçlenmezse…” Ağlamaya başlıyor noktayı koyamadan. Onu teselli etmeye çalışırken gözlerimden yaşların akmasını engelleyemiyorum. Dua ediyoruz. Bu, ikimizin de gönlünü havalandırıyor adeta. Ferahlıyoruz. O gece, Yusuf iyice rahatsızlanıyor. Yoğun bakıma alınıyor. Aradan iki gün geçiyor. Yusuf yoğun bakımdan bir türlü çıkamıyor. Doktorlar, “umudunuzu yitirmeyin” diyorlarmış. Karım böyle çeviriyor doktorların söylediklerini. Üçüncü gün, Yusuf yerine kötü haber çıkıyor yoğun bakımdan. Ağıtlar, ağıtlar, ağıtlar… Yusuf’u kaybediyoruz.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”
Gözyaşı, hüzün, acı, suçluluk, özlem… Hepsini yanımıza alıp dönüyoruz Türkiye’ye. Yusuf’u defnediyoruz. Dualar, gözyaşları, helallikler… Birkaç gün eş, dost, akraba, konu komşu taziyelerini iletmek için giriyorlar kapımızdan içeriye. Bazıları gerçekten acımızı paylaşıyorlar bazılarıysa kulaktan kulağa oynamayı daha münasip buluyorlar:
“Almanya’ya gitmeye ne lüzum vardı.” , “Doktorlar yanlış tedavi uygulamışlar.” , “Göz göre göre öldürdüler çocuğu.”, “Adam aslında hastaymış ondan böyle olmuş çocuk.” , “Yok yok, ben duydum aslında kadın hastaymış…” Uzayıp giden fısıltıları içimize atmaktan başka bir şey yapamıyoruz. An geliyor, herkes hayatımızdan çekiliyor. Ne kapımız çalınıyor daha fazla ne de fısıltılar yankılanıyor duvarlarımızda. Yalnızlık, bizi içten içe kemiren suçluluk duygumuzla yüzleşmemizi sağlıyor. Başımız önümüzde, gözlerimiz buğulu, yatağımızın kenarına oturur halde intihara kalkışıyoruz:
“Bu evliliği bitirmeliyiz Cemil.”---->Bu, Yusuf için.
“Haklısın Sevim, bitirmeliyiz.” ---->Bu, doğmamış çocuklarımız için
Gereği düşünülüyor. Şiddetli uyuşmazlıktan tek celsede boşanıyoruz. Onu bir daha hiç görmüyorum. Âşık olduğum kadından yalnızlık kadar uzaklaşıyorum. Ancak bu şekilde dayanabiliyorum yokluğuna. Yıllar o kadar hızlı hareket ediyorlar ki, saçlarım ağarıyor, ellerim buruşuyor, yakını görememeye başlıyorum. Biriktirdiğim birkaç kuruş ile küçük bir ev satın alıyorum Yusuf’un mezarının bulunduğu muhitten. Neredeyse her gün ziyaret ediyorum oğlumu. Kitaplar okuyorum ona. Gazetelerdeki iç açıcı haberleri de tabi. Zamanımın çoğunu Yusuf’la geçiriyorum.
Bir Cuma günü, namaz çıkışı yine soluğu Yusuf’un yanında almak için yol alıyorum. Yanına yaklaştıkça yalnız olmadığını görüyorum oğlumun. Sırtı bana dönük bir kadın ve ilkokul çağlarında bir çocuk Yusuf’un toprağının üzerine çiçekler yerleştiriyorlar. Adımlarımı hızlandırıyorum. Daha da yaklaşıyorum Yusuf’a, kadına, çocuğa. Yaklaştıkça adımlarım sessizleşiyor, kalbim yirmi yaşındaymışım gibi atmaya başlıyor. Kadın yüzünü bana doğru dönüyor. Bulutsuz yaz sabahları kadar mavi bir çift gökyüzü bana doğru bakıyor. “Sevim” diyebiliyorum sadece. Şaşkınlığım ve özlemim gözyaşı olup süzülüyorlar yanaklarımdan. Gökyüzü(m) buğulanıyor. Boynuna sarılmak, ellerini tutmak, gözlerinin mavisinde kaybolmak istiyorum ama yapamıyorum. Doğaçlama bir şekilde kuru ‘merhaba’ları oynuyoruz ve sanata bir darbe de biz vuruyoruz.
Yusuf’un yanına oturuyoruz. Önce sesimiz çıkmıyor.(Gözlerimizde sözcüklerin tedirginliği) Sonra susamıyoruz.(Dilimizde anlatılmamış onca sene) Evlenmiş. Bu kıvır kıvır saçları olan, dünyalar güzeli çocuk da kızıymış. Adı Züleyha. Bana “Cemil amca” diyor. “Baba diyebilseydi keşke” diye geçiriyorum içimden. Ben de anlatıyorum ne var ne yoksa. Bir daha evlenmediğimi, kırtasiyeyi sattığımı, Yusuf’a yakın olabilmek için yakınlarda bir yere taşındığımı söylüyorum. Yusuf’tan, eski günlerden de konuşuyoruz elbette. Zihnimizde tutsak kalan nice acı tatlı anıya gün yüzü gösteriyoruz onca yıldan sonra. Ayrılma vakti geliyor. “Hoşça kal” diyor Sevim. “Hoşça kal”
Züleyha bir yandan yürüyor bir yandan el sallıyor. Uzaklaşıyorlar. Gözden kayboluyorlar. Dalıp gidiyorum arkalarından bakarken. İkindi ezanıyla kendime geliyorum. Yusuf’un yanına dönüyorum. Saçını okşar gibi toprağını okşuyorum. Gözlerinden öpüyorum. “Oğlum”, diyorum. “Bekle. Namazımı kılıp, geliyorum.”