TRAJİ KOMİK: BİR ABSÜRDÜN SIRADAN YAŞAMI
Gönderen
tarık ruşen
“Haiti’de 7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Binlerce kişi enkaz altında ölüm kalım mücadelesi veriyor.”
Sesler penceremin buğulu camında yazıya dönüştüler ve birkaç saniye içinde kayboldular.
Kalorifer ateşinde, pencereden dışarıyı seyreden kişi benim. Adım Traji Komik. İsmim ne kulağıma adımı fısıldayan dedemin yanlış telâffuzudur ne de nüfus memurunun yanlış anlaması. Hepsi annemin dehasıdır. Dokuz çocuklu bir ailenin son üyesiyim. Babamı doğumum esnasında kaybettim. Doktor “çocuğu kurtardık fakat babayı yaşatamadık” diyerek acı haberi verdiğinde başladı trajedim. Babamın benim doğumumda çok heyecanlandığı, bir o yana bir bu yana hızlı adımlar atarken bir yandan da sigara üstüne sigara yaktığı, paketin sonuna vardığı esnada da kalp krizi geçirdiği anlatıldı bana hep. Ama yemezler. Aynı sahneyi daha evvel dile kolay sekiz defa görmüş bir adam için benim doğumum “herkese benden çay” dedirtebilecek kadar bile heyecan yaratmamıştır, biliyorum. Ailemin, kurgulamanın doyumsuz hazzını yaşamasını engellememek için inanmış numarası yapıyorum sadece. Gerçek hakkında bir tahminim var tabi:
Babamın son zamanlarında hayat pahalılığından şikâyet ettiğini, annemle yaptığı kısa konuşmalardan işitir ve “ Hey ben buradayım, böyle şeylerden bahsedip psikolojimi bozmayın” demenin en etkili yolu olarak annemin karnına tekmeyi basardım. Ortalık sessizleşir, ilgi bana dönerdi. Bir zaman geldi, artık ben ne kadar annemin karnını tekmelesem de “alacak, verecek, borç, harç” sözcüklerinin sesleri kesilmez, aksine daha da çok çıkardı. Bu noktayı baz alarak, ben kendisinin aşırı dozda bebek maması ile intihar ettiğini düşünüyorum. Pek ucuz bir intihar şekli değil -bebek maması ucuz değil zira- ama kendisinin “hayat pahalılığı sana inat pahalı öleceğim ulan” hissiyatı içinde carpe diem yaşamış olabileceğini düşünüyorum. Benim gerçeğim de bu. Allah rahmet eylesin. Aziz okuyucu, babamın ruhuna eğer biliyorsanız bir Fatiha okumadan noktanın diğer tarafına geçmeyiniz lütfen. Annem babamın öldüğünü öğrenince çok üzülmüş. Hayat arkadaşını kaybetmenin acısının yanında dokuz çocukla tek başına kalmanın uzun metraj sorumluluğu mumyalamış tüm benliğini. Hayat bilindiği üzere pahalıymış, babam da nedense işsiz bir adammış. Malum geriye bir şey bırakmamış, ben ve sekiz kardeşim dışında. Bu olanların tüm sorumlusu benim. Annem de öyle düşünmüştü zaten. İntikam da soğuk yenmeliydi mutlaka.
-Adını ne koyalım kızım bu yavrucağın?
Uzun bir sessizlik. Araya Londra Senfoni Orkestrası giriyor ve çalmaya başlıyor:
Revenge*
-Traji olsun baba.
Hepimiz şaşkınlık içindeyiz. Çıkarabildiğim tüm aguguguları çıkarıyorum, dedem olur mu öyle şey diye söyleniyor ama nafile. Annem kararlı. Dedem ismime razı olmasa da bu acılı kadını daha fazla üzmek istemiyor. Sağ kulağıma ezan, sol kulağıma kamet okuyor. Sonra hem sağ hem sol kulağıma ismimi fısıldıyor:
Traji, Traji, Traji.(Dedem beni hep “Tarık” diye sevdi.)
Annem süt yerine tüm intikamını bırakıyor boğazımdan aşağıya:
“Traji Komik, seni hiç sevmedim. Babanı severdim ama.”
*
Tüm bunlar dışarıda gördüğüm şu çocuk yüzünden canlandılar zihnimde. Kâğıt mendil satmaya çalışan ama pazarlama tekniklerinden bihaber olan şu aptal çocuk yüzünden. O çocuk kim mi? Benim. Kâğıt mendil değil de ‘buz gibi soğuk su’ satmak için kaç tane adamın sırtına çıktım, kaç tane kadının bacaklarına dolandım, kaç tane sevgilinin arasına girdim bilmiyorum. Adamlar, kadınlar, sevgililer benim soğuk suyuma sıcak sidikleriyle karşılık verdiler. Ne ben ne de küçücük ellerim, ayaklarım, burnum, kulaklarım pes ettik. Yeni adamlar, yeni kadınlar ve yeni sevgililer bulduk kendimize. Ekmek parası denilen tatsız, tuzsuz, kokusuz kâğıt parçasını kazanmak zorundaydık. Çalışıp para kazanmazsak ekmek yoktu bize. Öyle buyurmuştu Erol Taş kalpli annem.
Yavaş yavaş büyüdüm. Soğuk su satan çocuk gitmiş, yerini mahallenin şu anda benim pencereme bakan köşesini mesken tutmuş, sağı solu gözleyen, yoldan geçenlere laf atan, küfretmeden cümle kuramayan şu bıçkın delikanlılardan biri almıştı. Her bıçkın delikanlı gibi pencereye çıkmasını beklediğim bir Türkan Şoray vardı. Her pencereye çıktığında göz göze geldiğim bu afet-i devrana açılmak, içimi dökmek istiyordum ama bir türlü ne söyleyeceğime karar veremiyordum. Söyleyecek bir şeyler bulacak olduğumda da boğazım kuruyor, ses tellerim titriyordu. Anca yutkunuyordum. Allah beni kahretmeliydi.
Bir gün Orhan Gencebay aniden çıktı ortaya ve bir kahraman edasıyla yetişti imdadıma:
"Feryada gücüm yok, feryatsız duy beni
Kaybettim kendimi, ne olur bul beni
Sev beni.”
Orhan Baba yapmıştı babalığını yine. Türkan Şoray’ım bana ilk defa gülümsemişti. Hayat sevince güzel/miş. Bu gülümsemeden sonra mahallenin bıçkın delikanlılığından istifa edip, kendime adam akıllı bir iş bakmaya başlamıştım. Fakat bu iş bulma belası mahallenin köşesini dönüp de yoluna devam etmek isteyen çocuklardan haraç almaya benzemiyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım ellerim hep boş dönüyordum fakirhaneme. Zar zor bir iş buldum sonunda. En son buz gibi soğuk su satan ben, duvarları boyama işine terfi etmiştim. O zamanlar her duvarda bir slogan. Ben, her sloganın ırzına geçen bir hain. Her haine yapılan müdahale aynı. Sopa, dayak gırla gidiyor. Bir gün solculardan ertesi gün sağcılardan dayak yiyorum. Hem âşık hem apolitik olmak zor. Bu halde para kazanmaya çalışmaksa delilik.
Dayak yememe rağmen elime üç beş kuruş geçmeye başlamıştı. Para kazanmaya başladığıma göre, artık vaktiydi. Bir gece üstüme lacivert takımımı çektim, saçlarımı taradım ve Türkan Şoray’ımın evine gittim. Evin duvarına “Benimle evlenir misin yazdım?” Altına da imzamı attım: Traji Komik. Gün doğana kadar uyumadım. Her yer ışıl ışıl olduktan sonra koşarak gittim duvarına. Sorumun üzerinde kireçle soyut çalışmalar yapıldığını gördüm. Bir de not iliştirilmişti yamacına:
“Biz ayrı dünyaların insanlarıyız!..” Altında imzası: Sultan
/ Zihnimde ansızın belirip de beni en çok acıtan anım budur, bilesiniz. Gerçi geçenlerde bir haber okudum. İsviçreli olmayan bilim adamları zihnimizde biriktirdiklerimizi kademeli olarak silebilecek bir buluşa imza atmışlar. Çok sevindim. Hayatımın ‘Eternal Sunshine Of The Spotless Mind’ ını çekeceğim. Hiç şüpheniz olmasın./
Bu beklenmedik cevap karşısında haliyle yıkılmıştım. İlk iş olarak bu Yeşilçam kokan şehirden ayrılmaya karar verdim. Evdekilere şehirden ayrıldığımı haber veren bir not bırakmadım. Dedem öldüğünden beri kimsenin umurunda değildim zaten. Şehir şehir gezmeye başladım. Bir iki sene bir şehirde, altı yedi ay başka bir şehirde yaşayarak hayatıma devam ettim. On seneden fazla gezdim. En son Erzincan’daydım ki…
**
“Haiti’deki depremde iki yüz bine yakın kişinin öldüğü tahmin ediliyor.”
Spiker deprem haberini ilk kez verdiğinde penceremin buğulu camında yazıya dönüşenler aslında kaybolmadılar. Ben kendi ellerimle sildim hepsini. Depremle ilgili tatsız anılarım canlanmasın istedim. Hissedemediğim bacaklarıma en hisli duygularla bakıp onlarda komşularımın, bakkal amcanın, kıraathanede muhabbet ettiğim arkadaşlarımın cesetlerini görmek istemedim. Erzincan’ı yıkık dökük hatırlamak istemedim.
Haiti’dekiler uzaktalar ya şimdi hemen unuturum zannettim. O yüzden sildim yazıları pencereden. İki yüz bin ölüyü, enkaz altında nefes almaya çalışanları, kurtulup da açlık içinde kıvrananları, her depremden sonra ortaya çıkan ve insanlığa orospu muamelesi yapan ölü hırsızlarını nasıl unutabilirsem. Penceredeki yazıları elimle bir çırpıda siler silmez o küçük çocuğu gördüm sokakta aniden. Her şey böyle başladı.
Adım Traji Komik...
Sesimi duyan var mı?
*Braveheart Soundtrack
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)