Bugün yine annemle konuştum. Artık yaşın geldi, diye başladı sözlerine. Her geçen saniye yaşlanıyorum anne ve her geçen saniye yaşım birşeyler için gelmiş oluyor, dedim yaramaz bir çocuk gibi cümlesini bitirmesine izin vermeyerek. Gözlerimin içine baktı. Deli çocuk, dedi ve gülümsedi. Bunu nasıl beceriyorsun?, diye sordum. Meraklanmıştı. Sordu: Neyi? Gülümserken, dedim, nasıl toprak kokusu yayabiliyorsun etrafına? Gülümsedi yine. Yanakları al al olmuştu. Utanmıştı. Eliyle saçımı okşadı. Ne de beyazdı elleri! Artık yaşın geldi, dedi bir kez daha. Evlensen, yuvanı kursan kötü mü olur?, diye getirdi sonunu başlangıcın. Ah, dedim, anacım ah, ben de isterim evleneyim, yuva kurayım ama öyle ol deyince olmuyor ki bu işler. Önce birini sevmek lazım. Çok sevmek lazım. Sonra onun da seni sevmesi lazım. Çok sevmesi lazım. Hadi diyelim sevdik birbirimizi hem de çok sevdik, iş mevzusu ne olacak peki? Demem o ki anne, bir de ev geçindirebilecek kadar para kazanacağım bir iş bulmam lazım. Asgari ücretle ev geçindirebilecek kadar iktisat bilmiyorum ki ben. Ha, bir de anlatması kolay olan bir iş bulmam gerek. Bakma öyle, ciddiyim. Şimdi olsa, babası ne iş yapıyorsun?, diye sorsa nasıl anlatayım ben yaptığım işi. Efendim şimdi, reklam panoları var ya tüm caddeleri, sokakları süsleyen. Boş olanlarında bile “Buraya bakarlar” yazan yüzyılın icatlarından bahsediyorum. Bildiniz? (Adam burada boş boş suratıma bakacak ve istemdışı da olsa evet anlamında başını sallayacak) İşte efendim ben o reklam panolarına afişleri asan kişiyim, desem babası, ben de böyle böyle/şöyle şöyle adama kız yok, demez mi?
Cevap vermedi annem. Odamın penceresini tıklatan yağmur damlalarını izlemekle yetindi. Birden, korkma, dedi, sen hele bir niyetlen, Allah yuva kurana yardım eder.
/
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey tavanda gezinen kocaman kara bir sinekti. Gözlerimi yumdum. Tekrar açtım. Sinek hâlâ kocamandı, karaydı ve tavanda bir o yana bir bu yana dolanıp duruyordu. Pencerelere sineklikleri takmak lazım artık, diye geçirdim içimden. Yatağımın başucunda duran saat çalmak için bir iki öksürdü ve sonunda alarm verdi. El hareketlerinin en etkilisini yaptım ve çalar saati susturdum. Annem, hadi oğlum kalk, dediğinde onu susturmak içinse, beş dakika daha uyuyayım nolur, derdim. Sesini çıkarmazdı. Tam beş dakika sonra gelirdi yanıma tekrar ve üşenmeden bir kez daha aynı sahneyi çekerdik el birliğiyle. Annem öleli iki yıl olmuştu. Özlüyordum. O da inadına kendini özletip duruyordu. Başlarda sık sık geldiği rüyalarıma artık arada bir geliyordu. Olsundu. Arada bir de olsa gelip benimle konuşuyor, saçlarımı okşuyor, bir de dayanamayıp nasihat veriyordu ya, yeterdi bana. Geçen geldiğinde, okuluna devam etsen, demişti giderayak. Ben de ilk iş, gidip açık liseye kaydolmuştum.(Matematik ile başım belada) Şimdiyse, evlen, diyor, bir yuvan olsun, eşin, çocukların olsun. Hay Allah!
Evden dışarı adımımı attığımda yağmurun gerçekten yağmış olduğunu fark ettim. Yollar ıslanmıştı. Yağmur suları mazgallara gitmek yerine apartman kapılarına dayanmayı daha uygun görmüşlerdi. Burnuma bir koku geliyordu ama toprak kokusu değildi. Taş kokusu diye bir şey var mıydı? İş yerine gitmek için otobüs durağına doğru yürümeye başlamışken telefonum çaldı. Arayan Cengiz’di. İşyerine gitmeme gerek olmadığını, İsmail abiyle yola çıktıklarını, evimin bir kaç sokak aşağısındaki panolara afişlerin asılacağını söyledi. Adresi verdi. Oraya gel sen en iyisi, dedi kapatmadan telefonu bir de. Sevinçle yönümü değiştirdim. Otobüs işkencesinden şimdilik kurtulmuştum. Aheste adımlarla Cengiz’in verdiği adrese doğru yürümeye başladım. Panoların olduğu sokağa vardığımda Cengiz ve İsmail abi henüz gelmemişlerdi. Bir sigara yaktım ve beklemeye koyuldum. Sigaramdan son bir nefes alıp izmariti evimi talan eden o adi böceği ezdiğim gibi ezdiğimde bir korna sesiyle irkildim. Gelmişlerdi. Cengiz bana selamı çakar çakmaz malzemeleri indirmek için arabanın bagajına yöneldi. İsmail abiyle selamlaştık. Cengiz’e yardım etmek için ben de arabanın arkasına doğru hareketlendim. İsmail abi bir sigara yaktı. Malzemeleri indirdik. Cengiz’le birer sigara da biz yaktık. “Vira bismillah” dedik ve başladık içi boş panoları doldurmaya. Elimdeki reklam kağıdı dört büyük parçaya ayrılmıştı. Fırçayı yanımdaki içi yapışkan garip bir sıvıyla dolu olan kovaya daldırdım. Önce ilk kağıdı yapıştıracağım yeri bir güzel fırçaladım. Sonra ilk parçayı aldım ve panoya yerleştirdim. Sonra ikinci parça geldi, üçüncü parça ve dördüncü parça. İş bittiğinde ellerimle belimi tutup doğruldum. Sigaram, yolu dudaklarıma çıkan uzun, ince külden bir patikaya dönüşmüştü. “Bu ne lan böyle,” dedim panoya bakarak. Üstüm başım kül revan içinde kaldı. Cengiz elindeki fırçayı bırakıp yanıma geldi. İsmail abi beni duymamış gibiydi. Cengiz okumaya başladı:
” YALNIZLIK ALLAH’A MAHSUSTUR.
Gecenin karanlığında şehrin tüm yalnızlarıyla Yalnızlar Rıhtımı’nda buluşuyoruz.”
Bir de telefon numarası okudu Cengiz. Memleketi kurtardığı sohbetlerde oynadığı bilirkişi rolüne büründü ve tok bir sesle:
“Kesin tarikat abi bunlar. Yarabbim ne günlere kaldık. Tarikatlar reklam verir oldular,” dedi.
” Lan Cengiz, lan Cengiz. İçinde Allah lafzı geçiyor diye illa tarikat mı olması gerekiyor, manyak manyak konuşuyorsun yine. Hem tarikat olsalar n’olcak?” (Lafız kelimesini geçen gün televizyonda duymuştum. Anlamını öğrenmiştim ve sonunda cümle içinde kullandım. Mutluydum.)
Cengiz kelime dağarcığımdaki gelişmeyi es geçti:
“Abi bak buraya yazıyorum, bunlar vücutlarına şiş sokuyorlardır, kesin.”
“Cengiz var ya, malsın oğlum sen, valla. Bi yürü git lan, saçma sapan konuşma.”
Cengiz bir şey demedi. İşinin başına döndü. Ben de üzerine gitmek istemedim daha fazla. İsmail abi bizimle aynı zaman dilimini paylaşmıyor gibiydi. Ne dönüp yüzümüze baktı ne de bir iki kelam etti tarikatlar ve yalnızlar rıhtımı hakkında. İşini büyük bir ciddiyetle yapıyor gibiydi. Sert bakışlarını bir panoya bir kovaya yöneltiyordu. Mizacı eskiden de sertti, ciddiydi. Ancak konuşurdu. Şimdiyse bir “merhaba” demek bile sıkıyor onu, boğuyor. Zorla söylüyor. Geçen sene karısını ve oğlunu kaybetti. Soba zehirlenmesi. Bu devirde soba mı kaldı, her yerde doğalgaz var demeyin. İsmail abilerin mahallesine daha doğalgaz boruları bile gelmedi. Ne zaman gelir bilinmez. Belki önümüzdeki seçimlere. Ama karısı ve oğlu gelmez artık. O da biliyor bunu. O günden sonra küstü hayata. Bir süre işe gelmedi. Kendine birşey yapmasından korktuk. Yalnız bırakmamaya çalıştık. Sonunda bir sabah geri döndü işinin başına. Tek bir farkla: Ölü bir adam olarak. Artık sadece sigarasını yakıyor ve elindeki işi yapıyor. Ne konuşuyor, ne de gülümsüyor. Ağlamıyor bile.
İsmail abi son kağıt parçasını da yerleştirdi panoya:
“MUTSUZ MUSUNUZ?
DERT ETMEYİN! MUTSUZLUĞUNUZU ALIYORUZ, YERİNE GIPGICIR SONSUZ BİR MUTLULUK VERİYORUZ”
Cengiz’le göz göze geliyoruz. Telefon numarasına ses veriyor bir kez daha.
“Çok saçma abi, bu çok saçma,” diyor ardından. “Biz salak mıyız? Sonsuz mutluluk olur mu hiç!”
İsmail abi gözünü ayırmıyor panodan. Sonra toparlıyor kendini ve diğer panolara doğru ufak adımlar atıyor. Cengiz’e sesleniyorum:
“Hadi bitir de bakalım senin bahtına ne çıkmış?”
Cengiz işe başladığından beri ilk kez bu kadar istekli çalışıyor. Kalan iki kağıdı da yapıştırıyor panoya.
“Tutunamayanlar”
“O ne lan?”
“Kitap galiba abi. Tüm kitapçılarda, yazmışlar.”
Bıyıklı, yakışıklı bir abi bize doğru bakıyor reklam panosundan. Adı Oğuz Atay’mış. Öyle yazıyor kitabın üzerinde. Cengiz kendisine nispeten normal bir reklam geldiği için bozuluyor ama belli etmemeye çalışıyor:
“Bugün ilk iş bu kitabı alıp okumaya koyuluyorum. Bence sizin reklamlardan sonra bunun bana çıkması… Bir anlamı olmalı. Belki de bir mesajdır.”
“Allah iyiliğini versin Cengiz,” diyorum. Gülüşüyoruz. Ama Cengiz’e hak veriyorum. Ben de bu kitabı alıp okuyacağım. Bu olanlardan sonra çaresi yok. Ayrıca ne zamandır bu işte çalışıyorum ilk kez bir kitabı koca reklam panosunda gördüm. Başlı başına garip. Başlı başına merak uyandırıcı.
Aradan iki saat geçti. Elimizdeki işi bitirdik. Dinlenmeye koyulduk. Cengiz mahallenin bakkalına uğradı. Peynir, domates, ekmek almış. Bir de meyve suyu. Şeftali aromalı. Oturduk bir gölge köşeye karnımızı doyurduk. Bu arada yalnızlar rıhtımının numarasını zihnimden cep telefonuma aktardım. Meraklandım bir kere. Öyle dindar bir adam değilim ancak içinde Allah lafzı geçtiği için sempati de duydum, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca şehrin belki de en yalnız adamı benim. Hem ne bileyim işte, belki birisiyle tanışırım, hayatım değişir, evlenirim, çoluk çocuğa karışırım. Annem de mutlu olur o zaman. Ulan neler düşünüyorsun be. Yavaş biraz yavaş. Hayal kurmaya başlayınca iyice zıvanadan çıkıyorsun. Cengiz’in yanında ararsam kesin dalga geçer benimle, dilinden kurtulamam. Eve gittiğimde arayacağım ama kafaya koydum. Bakalım ne çıkacak karşıma. İçim şimdiden kıpır kıpır.
İsmail abi telefonunu karıştırıyor. Bir yandan da elindeki domatesi ısırıyor. Cengiz meyve suyunu yudumluyor. İsmail abi bir süre sonra ayaklanıyor. Arabaya doğru yürümeye başlıyor. Biz de topluyoruz çilingir sofrasını, düşüyoruz peşine. İstikamet iş yeri, ileri. Bir kaç parti malzeme daha yükleniyoruz iş yerinden. Akşama kadar o mahalle senin bu mahalle benim dolaşıyoruz. Akşama vardığımızda adım attığımız her mahalleye bir tane yalnızlar rıhtımı reklamı ve bir tane de mutluluk dağıtan reklamdan bırakmış oluyoruz. Her mahalleye birer tane. Fazla değil. Akşam olunca dağılıyoruz evlere. Günün tüm yorgunluğuyla beraber otobüse biniyorum. Oturacak yer bulduğum için kendimi şanslı addediyorum. Otobüs yavaş yavaş ilerliyor. Yanımdaki adamın kulaklığından etrafa “Şiki şiki baba” şarkısı yayılıyor. Adamın elindeki iddaa kuponuna bakıyorum önce. Göz göze geliyoruz ardından. “Kardeşim, Şaban tutturuyor da biz niye tutturmayalım,” diyecek diye korkuyorum. Kafamı çeviriyorum. Uyumaya çalışıyorum.
Eve vardığımda yorgunluğumun ince, narin elleriyle göz kapaklarımı nazikçe kapatmasına izin vermedim ve telefonuma sarıldım. Yalnızlar rıhtımını aradım. Karşıdan gelen ses bir kadına aitti. “Merhaba,” dedim. “Ben, yalnızlar rıhtımı için aramıştım.” Kadın başka birşey söylememi beklemeden yeri ve zamanı belirtti. Teşekkür ettim şaşkınlıkla ve telefonu kapattım. Yalnızlar rıhtımı ile ilgili merak ettiğim tek şey zaman ya da mekan mıydı? Hayır, kesinlikle hayır. Ancak dilim tutulmuştu sanki. Tekrar aramayı da gözüm kesmedi. Gelecek hafta bugün nasıl olsa öğrenecektim ne olduğunu. Çok fazla kurcalamamalıyım, diye düşündüm. Hem artık daha fazla uykusuzluğa dayanamayacaktım. Sonunda yatağımın bir türlü ısınmayan o soğuk ellerine kendimi bıraktım.
/\
Sıradan bir hafta geride kalmıştı. Bugün büyük gündü. İş çıkışı eve uğradım, traş oldum, üzerimi değiştirdim, saçımı taradım, limon kolonyası süründüm ve koşar adımlarla evden dışarı çıktım. Kadının vermiş olduğu yalnızlar rıhtımı adresine ulaşmam için otobüse binmem sonra ondan inip başka bir tanesine daha binmem ve sonunda ondan da inip on beş dakika kadar yürümem gerekti. Yapmam gereken her şeyi harfiyen yerine getirdim. Sonunda yalnızlar rıhtımındaydım. Etrafıma göz attım. Burası Ankara’nın yapay göllerinden birinin rıhtımıydı. En azından Ankara için rıhtım sayılabilirdi. Yürümeye başladım. Rıhtımın sonuna yaklaştıkça kulağıma gelen notaların ezgisi tanıdık bir hâl alıyor, oturanların ellerindeki müzik aletleri belirginleşmeye başlıyordu. İyice yaklaştım ve usulca, merhaba, dedim. Müzik sesi kesildi. Hoşgeldin dostum, dedi aralarından biri. Yalnızlar rıhtımı?, diye sordum. Doğru yerdesin dostum otursana, diye cevap verdi aynı kişi. Yanına oturdum. Kafamdaki resme hiç uymamıştı gördüklerim. Büyük bir organizasyon olacağını düşünmüştüm hep. Bana hoşgeldin diyen kişi elinde bir gitar tutuyordu. Kendini ve diğerlerini tanıtmaya koyuldu:
” Adım Alper, dostum. Hemen şurada elinde keman bulunan arkadaşın adı Meneviş. Ayrıca telefonda görüştüğün kişi de kendisidir. Karşımızda oturan, saksafonuyla seni selamlayan kişiyse Cahit. Diğer arkadaşlar da senin gibi aramıza yeni katıldılar. Adlarını tam olarak öğrenemedim ama zaman böyle şeyler için birebirdir.”
Tanıttığı iki kişi ve kendisi dışında, oluşturduğumuz halkada on kişi vardı. Ben dahil. Öyle zannediyorum ki, kendisine “Ne ayaksınız oğlum siz” bakışı attığımdan dolayı bana bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. “Biz konservatuarda okuyoruz. Arada buraya gelir, oturur, müzik yapar, kafa dağıtırız. İnsanlar bizi dışarıdan izlerler ama hiç aramıza gelip oturmazlar. Bazıları, haklarını vermek lazım, para vermek için sokuluyorlar aramıza. Tabi kovuyoruz hepsini. Yalnızlar rıhtımı fikri Meneviş’ten çıktı. Bizi dışarıdan izlemeyecek kadar yalnız insanlara ulaşalım, dedi birgün. Dışarıdan izleyenler iki çeşittir dostum. Cesaretsizlikleri ile yalnızlıklarını geçiştirenler ve gerçekten yalnız olmayanlar . Neyse, babasıyla konuştuk. Bir reklam ajansı var babasının. Bize bir limit verdi. Biz de afişi tasarladık ve limitimiz kadar bastırdık. Sonra internetten Ankara’daki sokakların, caddelerin isimlerini bulduk. Oradan rastgele seçtiğimiz sokak ve caddelere reklamların asılmasını istedik. Hepsi bu.”
İçimden, ulan sazan gibi atladık afişe, çoluk çocuğun maskarası olduk, diye geçirdim. Elbette bunları yeni tanıştığım bu insanlarla paylaşmayacaktım. Şöyle karşılık verdim:
“Aklımdan da geçmedi değil hani”
Giderek daha büyük bir yalancı oluyordum ve işin kötüsü yüzüm artık karanlıkta belli olacak kadar kızarmıyordu.
Peki, diye devam ettim, mutsuzluk, gıpgıcır sonsuz bir mutluluk ile ilgili olan afişi de mi siz hazırladınız?”
“Öyle bir afiş mi varmış yahu, süpermiş,” diye atıldı Meneviş.
“Hayır. Bizim alâkamız yok,” diye ekledi Alper.
Cahit saksafonuna hayat verdi dönen muhabbetten sıkıldığını belli edercesine. Çaldığı şarkıyı biliyordum. Cem Karaca bir yerlerde hepimiz için söylüyor olmalıydı: Deniz Üstü Köpürür.
Bu böyle devam etti. Şarkılar, türküler, muhabbet, gırgır, şamata. Zaman hızla akıp geçmişti. Son otobüsü kaçırmamak için ya şimdi kalkmalıydım ya da bir daha kalkmaya hiç niyetlenmemeliydim. Bana müsaade, dedim. Hiç itiraz gelmedi. Eyvallah dostum, güle güle, dedi Alper. Eyvallah, diye karşılık verdim. Meneviş gülümsedi. Ne de güzeldi gülümserken ve nefes alıp verirken! Ayağa kalkınca son bir konuşma yapma isteği duydum. Öksürerek sesimi hazır hale getirdim. “Dostlar, öncelikle hepinize teşekkür ederim. Çok eğlendim bugün. Yalnızlığımı unuttum. Sağ olun. Ayrıca gitar giren her mecliste yapılan en büyük hatayı, Akdeniz Akşamları’nı, çalmadığınız için de teşekkürler. Bir de, son olarak, afişinizde bir hata olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bize öyleymiş gibi gösterilmeye çalışılsa da Allah yalnız değildir dostlarım. O hepimizin dertlerini, tasalarını, sevinçlerini, hüzünlerini bilecek kadar bize yakındır. Yanımızdadır. Bizimledir. Yani bence bu böyledir.”
“Eyvallah,” dedi Cahit. Küçük adımlarla yalnızlar rıhtımından uzaklaşmaya başladım. Ardımdan Akdeniz Akşamları’nı çalmaya başladılar. Yüzümü rıhtıma doğru döndüm ve notalara takılan bir kahkaha patlattım.
//\
Ertesi gün telefonumun sesiyle uyandım. Arayan Cengiz’di. İsmail abiyi hastaneye kaldırmışlar, durumu kritikmiş, gel istersen, dedi. Hastanenin ismini söyledi. Alelacele hastaneye gittim. Cengiz’i buldum. Abi, dedi, neşterle boydan boya çizmişler vücudunu.
Ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim. Kim, neden yapsın böyle bir şeyi?, dedim sesimdeki kısılmayı konrol edemeyerek. Bu esnada iki polis memuru yanaştı yanımıza.
“Sadık Mert?”
“Buyrun”
“İsmail Kiraz olayıyla ilgili ifadenize başvuracağız. Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor.”
“Elbette,” dedim. Bu kez sesim titriyordu. Neden benim ifademi alıyorlardı ki? Cengiz’in ifadesini almışlar mıydı? İsmail abinin soyadı Kiraz mıydı gerçekten? Cengiz’e baktım. Hâlâ ağlıyordu. Bindik polis otosuna tuttuk emniyetin yolunu. İsmail abiyle ilgili bir takım sorular sordular. Hepsine dilim döndüğünce cevap verdim. Sonra ellerinde bir mektup olduğunu söylediler. İsmail abi bırakmış. Mektup size yazılmış Sadık bey, dedi alnı kırış kırış olmuş polis memuru. Şaşırmıştım. Haberim yok, diyebildim sadece.
Aynı polis memuru elindeki katlanmış kağıdı açtı ve okumaya başladı :
Sevgili Sadık,
Geçen haftaki afişi hatırlıyor musun? İşte o afiş benim hayatımı değiştirecek. Geçen hafta, o afişleri astığımız günün akşamı, sonsuz mutluluk vaadeden reklamın altındaki numarayı aradım. Ertesi gün için randevu aldım. Görüşmeyi otopark olarak kullanılan bir okul bahçesinde yaptık. Başımdan geçenleri anlattım. Karım ve çocuğumun ölümünden kendimi sorumlu tuttuğumu söyledim. Kaloriferli bir ev tutabilseydim…Neyse, bir senedir intihar etmeye çalıştığımı ama korktuğumu, bir türlü cesaret edemediğimi anlattım. Eğer sonsuz mutluluktan kastettikleri benim anladığım şeyse hemen istediğimi söyledim. Doğru anlamışım, sonsuz mutluluktan kasıtları ölümmüş. Acı çekerek ölmek istediğimi söyledim. Belki bu sayede ölürken de olsa içim biraz rahatlamış olur. Adamlar çok profesyonel çalışıyorlar. Beni hastane gibi bir yere götürdüler. Tepeden tırnağa incelendim. Hemofili hastalığım varmış. Kanım pıhtılaşmıyormuş yani aktıkça akıyormuş, durmuyormuş. Ne garip değil mi?Her an kan kaybından ölebilirmişim aslında. Neyse işte konuştuk, anlaştık. Aramızda kalsın epey tuzluya mal oldu bu bana. Ölmek ne zor şeymiş yahu. Haberim olmadığı birgün beni öldürecekler ve tüm ızdıraplarımdan kurtulacağım. Bunları neden yazıyorum, hiç bir fikrim yok. Belki de olanları bil istiyorum.Sen hep benim yanımda oldun Sadık, belki de sana borcumu böyle ödeyebileceğimi düşünüyorum. Bilemiyorum. Polisten önce bu mektubu bulursan, senden ricam onu yok etmen. Kiralık katil(ler)imi sevdim çünkü. Onlara bir kötülüğüm dokunsun istemem. Zaten onlardan gizli yazıyorum bunları. Bir öğrenseler kesin öldürürler beni..Son olarak, şunu herkes bilsin ki, kiralık intiharımdan kimse sorumlu değildir.
Sevgiler,
İsmail.
Nutkum tutulmuştu. Polisler, reklamdaki telefon numarasını bulduklarını ancak böyle bir numaranın kullanımda olmadığını söylediler. Afişlerin nerede, ne zaman basıldığıyla ilgili ise hiç bir ipucu yokmuş. Öyle dediler. Araştırıyoruz ancak İsmail beyin iyileşmesi olayın aydınlatılması için çok önemli, diye de ilave ettiler. Ben afişlerle ve onları astığımız günle alakalı bildiklerimi anlattım ve emniyetten ayrıldım. Dosdoğru hastaneye gittim. Cengiz meraklanmıştı. Soru üstüne soru sordu. Sonra konuşalım, dedim. Bitkindim. Sadece, kiralık katil tutmuş galiba, diyebildim. Yüzüme baktı. Gözlerindeki korkuyu okuyabiliyordum. Tam bir şey daha sormaya niyetlenmişti ki doktor çıktı ameliyathaneden. Hastanın yakınları sizler misiniz?, diye sordu. Evet, dedik Cengiz’le aynı anda. Hasta hastanemize geldiğinde çok fazla kan kaybetmişti. Müdahale ettik. Ancak kendisi hemofili hastası olduğu için kanamayı durduramadık maalesef. Hastayı kaybettik. Başınız sağ olsun, dedi doktor gözleri üzerimden yerdeki fayanslara doğru inerken. Cengiz ağlamaya başladı yeniden. Ben de koyvermiştim kendimi. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu.
Adli tıp, otopsi derken İsmail abiyi defnettik. Cenazedekileri toplasan bir elin parmaklarını geçmezdi. Cengiz, ben ve oturduğu mahalleden onu tanıyan bir kaç kişi. Haklar helal edildi, dualar okundu. İsmail abi sonsuz mutluluğuna kavuştu.
Tüm bu olanlar beni epeyce yıpratmıştı. Mahalleden tanıdığım sahaf bir abi vardı. Muhabbeti güzeldi. Onun yanına gittim. İçimde bir sıkıntı oldu mu hep onun yanına giderdim. Yeni çay demlemişti. Oturduk. Ona tüm olup biteni anlattım. Dertleştik. Konuşmak, anlatmak iyi gelmişti. Kafamı toplamaya başlamıştım:
“Tutunamayanlar var mı abi sende?”
“Olmaz mı hiç!” Ayağa kalktı. Oturduğum iskemlenin arkasında bulunan kitaplıktan kalın bir kitap çıkardı.
“Al bakalım. Hediyem olsun.”
Utana sıkıla kabul ettim hediyeyi. Müsaade istedim ve ayrıldım yanından. Sakarya caddesine doğru attım adımlarımı. Her cumartesi akşamı olduğu gibi horon tepen onlarca insan doldurmuştu meydanı. Tulumun sesi her yerden hoş geliyordu. Kemençe ve davul da katılmıştı çoktan cümbüşe. Aralarına girmeye cesaret edemedim. Bir köşeye oturdum ve tulumun nefesi kesilene kadar onları izledim. Bir de kendimi hayal ettim horon teperken. Bir iki küçük numara öğrensem hiç de fena değildim.
//\\
Aradan bir ay geçmişti. Polis, İsmail abinin ölümü ile ilgili iş yerindeki herkesi tekrar tekrar dinlemişti. Patron neredeyse her gün işe gelmeden önce emniyete uğruyordu. Belki de polisler ondan şüpheleniyorlardı, bilmiyorum. Ancak tüm bu çabalar boşuna gibiydi. Afişlerin bizim iş yerine nasıl ulaştığıyla ilgili ne bir kayıt bulunabilmişti ne de bir görüntü. Sonsuz mutluluk çetesi haddinden fazla profesyonel çalışmıştı anlaşılan. Böyle giderse dosya intihar denilip kapatılacaktı. Olay da zaten intihara meyilliydi. Aradan geçen bir ayda ben de boş durmadım. Cengiz’e gönderildiğini düşündüğümüz mesajı bulabilmek adına artık her gece yatmadan önce bir ritüeli gerçekleştirir gibi Tutunamayanlar’ı okuyordum. Belki de her şeyi çözecek (ne ise o her şey!) mesaj şu önümdeki bir kaç satırın arasına sıkıştırılmıştı, kimbilir. Yatağıma uzandım ve beş yüz elli yedinci sayfadan devam ettim okumaya:
“Bu duruma nasıl geldim? Neden bana yaşamasını öğretmediler?”
Rüyamda yine annemi gördüm o gece. Kafamı dizine koymuştum.
Anne, dedim, İsmail abi kendini öldürttü.
Anne, dedim, matematik sınavından geçmişim.
Anne, dedim, Meneviş ne de güzel…bir isimdir!
Kulağımda bebekliğimden kalma ninniler, annem saçımı okşuyor ve ben uykuya dalıyorum.